Fakirlik veya zenginlik algısının maddi varlıkla, mal mülk, banka hesaplarıyla alakasız olduğunu ne zaman anladığımı hatırlamıyorum. Belki de kendim anlamadım da bana bir şekilde öğretildi, ben de kendim anladığım gibi davrandım. Rahmetli babam çok iyi bir eğitimciydi, hiçbir zaman hiçbir şeyi ezberletmezdi, çaktırmadan önüme kendim bulacağım, kendim algılayıp benimseyeceğim sorular, kitaplar, cevaplar bırakırdı. Öğrendiğim veya edindiğim ne varsa, okuduğum, dinlediğim hikayelerden edindim. Hikayelerin içine o kadar dalıyordum ki, kendime bir sebeple yakın bulduğum kahramanla arkadaş oluyor, hatta onunla özdeşleşiyor, bir oluyordum. Ev-okul-mahalle kütüphanesi-haftada bir müze/tiyatro programları, akraba buluşmaları arasında geçen çocukluğumu oldukça çeşnisiz mi buluyordum ki, içimde gizlice, okuduğum veya duyduğum hikayelerin kahramanlarının hayatlarını yaşıyordum?
Çevremdekilerin hayatları da benim gibi, çeşnisizdi. Diğer kızlar oyuncak bebeklerle evcilik oynarlardı. Onu da fazlasıyla gündelik ve basit bulurdum. Kendime başka oyunlar yakıştırıyordum. Mesela farklı ülke ve şehirlerin kart postallarına bakmak gibi. Kitaplarda o şehirlerin nerede olduğunu, oralarda kimlerin ve nasıl yaşadığını öğrenip hayal ederdim. Kart postalları okuyup, oraya giden tanıdık birini hayalimdeki o şehrin sakinleriyle karşılaştırıp, kendime göre bir hikaye uydururdum. Evlerine gider örf ve adetlerini öğrenirdim, oradaki çocuklara isim takmışlığım bile var. Bir başka oyunum da kitaplardan ve hikayelerden ibaretti. Kahramanımın, yani öteki “ben” durumunda ne yapacağımı hayal ederdim. Yaşlandıkça, çocukluğumun çeşnisiz, ağır imtihansız, sarsılmasız geçtiğine şükrediyorum. Yine de şükür, elin acısına duyarsız kalmadım edebiyat sayesinde. Garip, fakat gerçek.
İşte dinlemiş, okumuş olduğum hikayeler sayesinde dışımdaki dünya ile tanışıyordum. O şekilde zenginlik ve fakirlik kavramlarıyla da tanıştım. Bizim evde para mara konuşulmazdı, özellikle çocukların yanında. Belki de değerlerin başka şeylerden olduğunu öğrenmememiz gerekiyordu.
Çok etkilendiğim, hatta belirli kavram üzerine tavrımı biçimlendiren birkaç hikaye var hatırımda. Bunu çok erken bir dönemden hatırlıyorum; dört yaşında okumayı öğrendiğime göre ondan önce bu hikayeyi duymuş olmalıydım. Bir şehirde bir dilenci varmış. Bir gün o şehrin hükümdarı aniden ölmüş, şehir de hükümdarsız olmazmış. Madem bu hükümdarın evlatları yokmuş, o şehrin kanunlarına göre, devlet kuşu uçurur, kimin başına konarsa, o da yeni hükümdar olurmuş. Bu şekilde devlet kuşu bizim dilencinin başına konmuş. Dilenci pılını pırtını toplamış, saraya gelmiş. Etrafında mücevherler, altınlar, istediği zaman faytonlar, en güzel atlar, emrinde asker ve hademeler… Bizim dilenci hükümdar olmuş, zor şartlardan kurtulmuş, fakat hep mutsuz gezermiş. Bir zaman sonra saray halkı Hükümdarın eski mutluluğuna kavuştuğunu fark etmiş ve sırrını öğrenmeye kalkışmış. Bir de bakmışlar ki, Hükümdar, sarayın bahçesinin en ücra köşesinde bir çadır kurmuş, kendini kötü hissettiğinde oraya gider, tebdil-i kıyafet yapar, dilenciliğe çıkarmış… öylece mutlu olurmuş.
Bana çok şaşırtıcı gelen kıssanın hissesini alamadığımdan olacak, onu anlatan kimseye ne demek olduğunu sormuştum. “Böreği malzemesi olan değil, yapmasını bilen yapar” anlamındaki atalar sözümüzle cevaplamışlar. Onu da pek anlamamışım, fakat nedense ikisi de ezberimde kalmış. Ve tabi ki, hayatımda hükümdar, kraliçe, prenses olmamak kaydıyla, bu dilenci hükümdar gibi de olmayacağıma dair kendime yemin ettim. Hiç de bu saraylılardan olmak istemezdim, hayatları sırf protokol, kurallar, benimkinden daha da renksiz. Haa, kral ölünce, hayatları renklenebilir, o da benim tercih edebileceğim bir şey değil. Zaten kimsenin ölmesini istemem.
Belki zenginlik dediğimiz şeyin saray ve mücevherlerden ibaret olmadığını bu hikayeden anlamıştım.
Ya fakirlik?
Buna dair de bir hikaye hatırlıyorum. Bosna’nın bir köyünde, büyük ve fakir bir ailede iki kuzenin teyzesi veya halası ölür. Her iki çocuk da ölümün ne olduğunu anlayabilecekleri yaşta değiller. Evde herkes ağlıyor, kalabalık var, konu komşu başsağlığına geliyor. Yemekler getiriliyor ama hane halkı yasta olduğundan yemek yiyecek durumda değil. Komşulardan biri sofraya pirinç pilavıyla pişmiş tavuk getirir. Yetişkinler yemediği için tavuklu pilavı çocukların önüne koyar. Çocuklar belki de hayatlarında ilk defa adam gibi karınlarını doyurur. Tavuğu yedikten sonra çocuklardan biri, hiç unutamayacağım cümleyi kurar: Bunun gibi pişmiş tavuk için bir teyzemi daha verirdim…
Bu hikayenin kahramanlarıyla bir türlü özdeşleşemedim. Hani, açlıklarını anlayabiliyorum, empatim var. Böyle birini tanıyor olsaydım, yemeğimi onunla paylaşırdım… Hediye olarak getirilen çikolataları da verirdim. Fakat bir pişmiş tavuk karşılığında öz teyzesini mezara yatırmaya hazır çocuğun açlığını anlayamazdım. Hala da anlamıyorum.
Yaşlandıkça, bu öz teyzesini pişmiş bir tavuğa vermeye hazır yetişkinleri de görmeye başladım. Bu özelliği birinde fark ettiğim her seferinde ürperiyorum. Ve pişmiş tavuk karşılığında, ihtiyaç ne kadar büyük olursa olsun, teyzesini mezara yatırmayı kabul etmeyenleri daha çok takdir ediyorum. Bazen bu pişmiş tavuk bir makam, bazen şöhret, bazen de para olarak çıkıyor karşımıza. Genç yaşta mezara yatırılacak teyze, ya dostlardan biri, ya ilkelerden biri oluyor. Mesela, adalet. Yahut Cemal Kaşıkçı. Aç olanın, doymaz olanın kalıbı da aynı. Durumlar, haller değişiyor ama karakterler aynı kalıp olarak önümüze çıkıyor.
Yaş ilerledikçe, beni dilenci hükümdar olarak yaratmadığı, açlıkla, doymazlıkla sınamadığı için Allah’ıma daha çok şükrediyorum. Çeşnisiz hayatımda, edebiyat sayesinde farklı tecrübeleri elde ettiğim için de şükrediyorum. Her türlü doymazlıktan, açlıktan, fakirlikten, zenginlikten, güçten ona sığınıyorum.