Cerrattepe ya da yüreğin inkârı

Cerrattepe üzerine yazmak kolay değil, çünkü çoktan siyasallaştı. Ve sonra, Türkiye’yi saran darbe hazırlığı provokasyonları oraya da yansıdı. Kimin ne adına, hangi amaçla konuştuğuna emin olamıyorsunuz Cerrattepe üzerine çoktandır, “kelimeler aynı anlama gelmiyor.” Gerçi değerli bir madenin bulunduğu her beldemiz siyasallaşmaya müsait. Çünkü orada çeşitli çıkarlar çatışıyor. Kapitalizmin devreye girdiği maden ocağında tabiat da istismara çok açık. Hangi küresel tezgâhın nasıl bir hesabı dönüyor orada, bazen yıllar alıyor öğrenilmesi. Cerrattepe’de de birkaç kesim güç mücadelesi içinde görünüyor şimdi: Aktivist havasında uluslararası şirketlerin ajanları, işletme hakkını ruhsat sahibinden alan şirket ve çevre halkının endişelerini dert edinen samimi çevreciler.

Samimi çevreci nasıl biri acaba? Herhalde cep telefonu kullanmaması beklenebilir. Çevre en büyük zararı enerji kaynakları oluşturma ihtiyacı yüzünden görüyor.

Cerrattepe’deki altın madenleri neredeyse yirmi altı yıldır çekişme alanı. Çeşitli yabancı ve yerli şirketler ihaleyi kazandıkları halde yerli halkın tepkisi ve açılan davalar nedeniyle madeni işletememişler. Halkın tepkisini kuru bir romantizme indirgemek çok saçma olur. İnsanlar orada nefes alıyor, su içiyor, çocuk büyütüyor, bostan ekiyor. Özellikle altın madeninin çıkarılmasının çevreye çok fazla zarar verdiği biliniyor. Cerrattepe bir de heyelan bölgesi.

Altın madeni havuzlarda siyanürle çözündürülerek elde ediliyor. Topraklarımızın bu tür zehirlenmelere açık olmadığını kimse iddia edemez. Gerçi şirket bütün endişeleri gidermeye dönük açıklamalar yapıyor; heyelan tehlikesi dahil. Gelgelelim bu alanda çok fazla istismar örneği var.

Kapitalizmin müdahalesi nedeniyle çıkar gözetmeyen aktivistlerin tepkisi, çevre felaketlerine dikkat çekilmesi açısından son derece önemli. Buna bir örnek, Ulrich Beck’in “Risk Toplumu”nda sıklıkla atıfta bulunduğu Hindistan’da 3 Aralık 1984’de gerçekleşen Bhopal felaketi. ABD kökenli Union Carbide şirketi, Bhopal’de kurduğu böcek ilacı üreten fabrikada yanlışlıkla 40 ton metil isosiyanat gazını dışarı atmış, böylelikle 18 bin kişinin ölümüne, 200 bin civarında kişinin de yaralanmasına sebep olmuştu. Çevresel etkileri Çernobil faciasından bile korkunç olan bu kazanın ardından Bhopal eyaleti, doğal afet bölgesi ilan edildi. Greenpeace’in kazadan 20 yıl sonra, 2004’te bölgede yaptığı ölçümlerde, toprakta normal olanın 6 milyon katı toksik madde bulunduğu tespit edildi. İstisna olmayan bu örnek, “yanlışlıkla dışarı atılabilecek toksinler” konusunda hiçbir çevrenin güvende olamayacağının bir örneği. Çoğu kez örtbas edilen riskleri gündemde tutan çevreci eylemler, bu açıdan yadsınamayacak önemde bir rol ifa ediyor. Türkiye’de bir taraftan enerji kaynakları için sürdürülen saha araştırmalarını engellemeye dönük bir “çevreci söylem” baskısından söz edilebilir. Ancak her çevrecinin ajan olduğu iddiası, yüreğin inkarı anlamına gelir.

Batılılar bu konuda kendilerine verdikleri zarardan dersler çıkarmışlar. Biz ise bu derslere lüks gözüyle bakıyoruz. Avrupa kalkınma temizliğini, kirlenme sebeplerini uzaklara göndermekte arıyor. Demir çelik, döküm fabrikalarını yoksul güneye intikal ettirerek kendini temiz tutmaya çalışıyor. Avrupa ülkelerinin kirli atıklarını varillerle Karadeniz’e gönderdikleri hatırlanacaktır. Konu giderek siyasileşirken, madenin önemi oranında hatırlanması gereken hususlar geri plana düşüyor. Başta belirttiğim gibi bu konuda gösterilen tepkilerin önemli bir kısmı, sorunu doğru okumayı engelleyen bir etki uyandırıyor. Altın madenini elbette işletmeliyiz, buna ihtiyacımız var. Ancak sürecin her aşamasında Artvin halkının endişelerinin sürekli açık denetim ve bildirimlerle giderilmesi gerekiyor.

Geriye kalan aslında ne olmalı?

Ceviz ağaçlarının fotoğraf çektiğinden söz edilir halk arasında. Aşağı Sütlü, Gölügsür olarak çağrılırken de o ağaç oradaydı; yüze yakın yaşıyla neler kaydetti acaba… Kuzeybatı tarafı, bereket demekti Refahiye’de. Aşağı Sütlü, annemin köyü. Oralı değil ailesi, ama dedem öğretmenlik yaparken yerleşmişler. Tatillerde giderdik. Bahçelerin yeşil tonlarının ışığı kalmış aklımda, bir de güzelim işlenmiş tavanları, yüklük olarak kullanılan dolapları, bir köşesindeki açılıp kapanan bölmesi banyo olarak kullanılan sedirler. Turgut Cansever’in “tektonik mimari” olarak tarif ettiği, kendi içinde hareketli planlar oluşturarak genişleyen, böylelikle kalabalık nüfusu ve misafiri barındırma kabiliyeti kazanan evler, “İkinci Milli Üslup” akımıyla hafifçe ve şeklen hatırlanır gibi olduktan sonra kendi hallerine terk edildi.

Yüzlerce yıldan bu yana Orta Asya’dan getirilen ve Anadolu birikimiyle harmanlanan teknolojinin eseri güzel evler, yeşil bahçeler, bağlar, çardaklar birden yok oldu heyelan alanında. Teyzemin kızı Nazan, bu yokluğun üzüntüsünü dile getirdi yazışmalarımız sırasında. Bazı evler ayakta görünse de yaşanılamayacak vaziyette. Halk konteyner evlere geçmek için, daha önce kullanılmış olan kırıklı çıkıklı konteyner evlerin tamir edilmesini bekliyor. Kimisi çadırda geceliyor, kimisi geceleri komşu köylerdeki yakınlarına gidiyor. 1962 yılında İskender Şahin eniştemin yaptırdığı ev yaşanamaz halde. Eşyaları bahçedeki ceviz ağacının yanına kurulan çadıra taşıdılar. Fotoğrafta Azize teyzemin oğlu Faruk ceviz ağacının altında gazete okurken görülüyor. Bir evden geriye ne kalır? Elbette hatıralar. Yer yarıldı ve kuşaklar boyu akıp giden hatıraları içine çekti.

Ancak ceviz ağacı hâlâ orada ve fotoğraf çekmeye devam ediyor. Günün birinde o fotoğrafları keşfedecek bir teknolojiye de ulaşılır belki. “Geriye kalan aslında ne olmalı?” Bu soruyu olağan hayatımızın akışında hep aklımızda tutabilsek keşke…