Cenap Şahabettin’in toprağa verildiği gün İstanbul’da müthiş bir kar fırtınası varmış. O gün cenazeye katılmayı arzulayan pek çokları gibi, üstadımız Abdülhak Şinasi Hisar da “Elhan-ı Şita” şairine karşı son vazifesini yerine getirmek için yola koyulmuş ama yarı yoldan geri dönmek zorunda kalmış. “Geçmiş Zaman Edipleri”nde şöyle anlatıyor: “14 Şubat 1934’de Cenap’ın Bakırköy’deki evinden cenazesi kaldırılacaktı. Bir gün evvel, Yahya Kemal ile buluşup cenazesine beraber gitmeyi kararlaştırdık. Fakat bu 14 Şubat İstanbul için harikulâde bir gün oldu. Kırk yıldan beri bu kadar şiddetli bir kar fırtınası görülmemiş! İlk önce, Moda’da oturan Yahya Kemal, İstanbul’a geçmesine fırtınanın mâni olduğunu telefon etti. Ben hazırlandım fakat ancak yirmi dakikada bir otomobil buldurabildim. Bununla Sirkeci’ye kadar geldim. Fakat tren kaçmıştı. Oto mütemadiyen kayıyor, kardan göz gözü görmüyordu. Şoför Bakırköyü’ne gitmenin imkânı olmadığını söyleyerek bunu tecrübe etmeğe bile razı olmadı. Ve ben dönmeğe mecbur kalarak Tokatlıyan’ın büyük camlarının önünde oturup düşen karları seyretmeğe koyuldum…”
Bu yıl İstanbul’a kar yağmadı. Henüz kış bitmiş değil belki yağar; ama meteoroloji uzmanlarından, kar bekleyen çocukları ve benim gibi çocukluğu karlar içinde geçmiş olanları sevindirecek bir işaret de gelmiyor. Hoş bu benim kar üzerine yazdığım ilk yazı değil; Mustafa Kutlu’nun bir vakitler mevsimi gelince yazmayı ihmal etmediği “kiraz” yazıları gibi ben de mevsimi gelince sıkça kar üzerine kalem oynattım. Bazen bir türlü yağmadığı için, nazlanarak çağırıp durdum onu; bazen tam yağarken aşka gelip kaleme sarıldım, bazen de sabah uyanıp da her yeri örtmüş görünce, taptaze bir şaşkınlık ve sevinçle masamın başına oturdum. Karı, sadece çocukluğumun o beyaz ülkesini bana getirdiği için değil, ilçelere, mahallelere, semtlere, sitelere bölünmüş, sayısız yolun birbirine girdiği, gece ile gündüzün arasındaki sınırı artık kaldırmış bulunan şu büyük şehrimizi birkaç günlüğüne de olsa dinlendirdiği için bekliyordum. İnsanları asabileştirmeden evine göndermeye razı edecek ondan mahir kimse olmadığı için. İyi biliyordum ki işleri aksayacak, şu birkaç günlük çaresizlik yüzünden zarar edecek olanlar bile aslında içten içe karın yağmasını bekliyorlardı. Amaaan, zararsa zarar!
Kışın yarısını geride bıraktık. Siz de bu yazıyı Elhan-ı Şita şairinin toprağa verildiği tarihe denk düşen günlerde, yani şu kısa Şubat’ın ikinci haftasında okuyacaksınız. Gökte, büyük kar fırtınalarını müjdeleyen hiçbir işaret yok. Ocak, uzun öksürükler, şuruplar, soğuk yağmurlar ve istediğimiz yükü bir türlü yere boşaltmayan gamsız bulutları seyretmekle geçti. Çocuklar, hiç tatile girmemiş gibi döndüler okullarına; göğüsleri darlanmış olanlar o büyük ferahlığı nafile bekleyip durdu perdelerin arkasında. Oysa uzak illerden hep bir kar haberi geliyordu; kardan kapanan yollar, kar tatiline giren okullar, yarın kar yağacak olan yerler ve hatta kar yüzünden aç kaldığı için küçük bir şehrin merkezine inmek zorunda kalan kurt haberleri. Hatta onlarca yıl sonra Kudüs’e bile kar yağmış, Mescid-i Aksa’nın bahçesinde çocuklar şaşkınlıkla bu soğuk pamukların arasında yuvarlanmaya başlamışlardı. Benim gibi, kışa ancak kar yağdığında girenler, soğuğunu haberci olarak gönderip kendisi bir türlü gelmeyen şu “gök beyi”ne sitem edip durdular. Böyle böyle mızmızlanarak, söylenerek Şubat’ın ortasına kadar geldik işte. Yollar kardan ağarmadı…
14 Şubat 1934’te İstanbul’da müthiş bir kar fırtınası varmış; arabalar oraya buraya kayıyor, kayıklar yerlerinden ırgalanamıyor, boğazın bir yakasından öbürüne geçilemiyor, ahşap evlerin bacalarından çıkan dumanlar daha o an fırtına tarafından yutuluyormuş. Cenab’ın cenazesine ancak yakınlarda olan dostları katılabilmiş. Doktor Mazhar Osman Bey, şairin kabri başında, o kar fırtınasının ortasında kısa bir konuşma yapmış. Demiş ki: “Karlar şairini karlı bir havada gömüyoruz, ne hazin tecelli.” Ama tam o anda Tokatlıyan’ın pencerelerinden karın yağışını seyrediyormuş Abdülhak Şinasi, onda ise hüzün ve haz bir aradaymış. Şimdi bu iki sözcük birden bire nereden gelip girdi bu sayfaya: Hüzün ve haz! Sanki kar üzerine yazdığım bütün yazılar, ettiğim onca laftan yorgun düştükleri için fazlalıklarını attı üzerinden; geriye karlı bir günü en iyi anlatacak iki kelime bıraktılar. Biz, Cenab’ı uğurlayan o kar fırtınasından da istemiyoruz, şöyle bir günlüğüne kendini yormadan yağsın razıyız; öyle boğazın sularına, çocukların parmaklarına, çatıların artık duman çıkmayan bacalarına, tramvay raylarına, otobüs pencerelerine, metrodan çıkanların saçlarına hüzün ve hazzı dokundura dokundura. Çocuklar henüz ikiye bölünmedikleri için, onlara da bir “neşe bayramı” olsun…