Bana sorarsanız Kudüs’ü de, Mekke’yi de, Medine’yi de, Betlehem’i de bir ülkenin başkenti değil, herhangi bir ülkenin sınırları içerisinde bırakmazdım. Daha doğrusu ülkelere sınır bile koyamazdım. Ulusları, ırkları, cinsiyetleri de tanımazdım. Romantiğim, idealistim. Her türlü ayrımcılık karşıtıyım. Zulüm ve şiddet karşıtıyım. İnsan, hayvan, bitki, doğa hakları yanlısıyım. Dünyada gördüğümüz, hissettiğimiz ve duygularımızın dışında kalan canlı ve cansız her şeyi O’nun yarattığı için sevmek, saymak, hoş görmek zorunda olduğum, Tek Varlık’ın tecellisi olarak gördüğüm öğelerdir. Evet, ben böyleyim, fakat fikirlerimi ne millet, ne devlet politikası olarak tanıtıyorum. Bunları sadece şahsi fikirler olarak içimde tutuyorum, arada bir dile getiriyorum. Bu benim, bireysel gerçeklerim. Fakat ortada çok farklı bir durum var. Küresel düzeyde ülkeler, sınırlar, uluslar, toplumsal düzeyde ulusların arasında tahammülsüzlükler, ülkeler arasında savaşlar, sınırları genişletme arzuları, bireysel düzeyde haddini aşmalar… Bireyler olarak bir şey yapamıyoruz. Hoşgörülü olmaktan başka bir şey kalmıyor elimizde.
En son BM Kudüs tasarısı oylamasında ülkemiz Bosna-Hersek çekimser oy vermiş. Dayton Anlaşması sonucunda elde edilen Dayton Anayasası gereği, üç ulustan olan Başkanlık Konseyi üyelerinin de ülke çapında oy birliği yoktu. Her oylamada, her kararda üç tarafın kararları farklı olunca, iç savaş çıkaracak değiliz. Akıllı olan uzlaşmaya varır, en azından seçmenlerinin canlarını korur. Seçmen olmasa bile, insandır, maldır, savaşın ne olduğunu çok iyi bilen, unutamayan insanlar, ağaçlar, yapılar. Bosna-Hersek’te savaş günlerini unutamayan canlı ve cansızlar. Temsilcilerimiz duygusal olarak karar getiremezler, uzlaşmaya varmak istiyorlar. Çünkü bu barut fıçısı ülkede ufak bir gerginlik bile canlarımıza, mülklerimize mal olur. En ufak görünen sürgüne de mal olur. Biliyoruz. Burada, bu topraklarda kalmasak, kimliğimizi de kaybetmiş oluyoruz, malumdur. Canımız kalır, bir süre sonra kimliksizleştirilmiş can kalır. Her ne kadar kötü görünen, her ne kadar duygularımızı inciten uzlaşma olmasa, duygulu kararlarda ısrar Demokles’in kılıcı gibi başımızın üstünde varlığımızı tehdit ediyor. Burada, Avrupa’nın göbeğinde, sürgünlere, katliamlara, ihanetlere, soykırımlara dayanarak, mücadele ederek kimliğimizi koruyabilmiş yerli bir Avrupa Müslüman ulusu olarak bunca yüzyıl kalabilmişiz. Bu topraklarda yetişen meyve toprağın, suyun tadını da verir. Tohumunu başka bir yere götürürseniz, onun tadı aynı olamaz artık. Bu topraklarda, Başçarşı Meydanı’ndaki sebilin farklı farklı yerlerde taklitleri dikilmiş. Fakat Başçarşı’nın güvercinlerini başka yerde göremezsiniz. Hele de biz, insanlar… Sadece bu topraklarda biz biziz. Savaş sadece şehitlerimizi götürmez. Hayatta kalanları da götürür. Anneleri, eşleri, kardeşleri. Onları götüren kaybettiklerinin arkasında kalan acı. Dile gelmez. İşte bu yüzden bazı ağır gelen, duyguları inciten uzlaşmalara katlanmak gerekiyor. Başka türlü… Maazallah.
Neden bunu yazıyorum? Bu Kudüs tasarısı oylaması sonucunda sosyal medyada “Yazıklar olsun Bosna Hersek” yazan Türk kardeşlerimden dolayı. Bosna’yı, yapısını, bulunduğumuz durumu anlamayanlardan. Boşnakların durumunu da konumunu da anlamayanlardan. Ülkemi, milletimi, Aliya’yı, geçirdiğimiz savaş günlerini de sosyal medyada paylaşılan birkaç slogan çerçevesinde görenlerden. Hiçbir şeyi anlamadan bizi yargılamaya hazır olanlardan. Zerre kadar anlayış, hoşgörü göstermeyenlerden. Burada kalabilmemiz için ne kadar acı ilaç içtiğimizi, neler gördüğümüzü bilmeyenlerden, bilmek, duymak istemeyenlerden dolayı yazıyorum.
Evet, Bosna’yı da Boşnakları da yargılamak kolay. Herkes hakkında hüküm getirerek haddini aşmak çok daha kolay. Birilerini hayal kırıklığına uğratmışız. Özür dileriz. Hayal kırıklığına uğrattığımız için değil, kendilerine göre, bilgi edinmeden hakkımızda hayal ettiklerinden özür dilerim. Yine de millet, devlet adına değil, kendi adıma özür dilerim. Üzgünüm. Durumumuzdan değil. Konumumuzdan da değil. Müslümanların hayalperestliğinden, nadanlığından, anlayışsızlığından.
Savaş arifesini hatırlıyorum. En hararetli savaş retoriğini kullananların ilk mermi ve şarapnel sesleriyle savaş meydanından kaçmış olduklarını hatırlıyorum. Kendilerini milletin önderleri, milli değer sayarak hayatta kalmak için Bosna’dan dünyanın her tarafına gittiler. Biz, avam, devleti savunduktan sonra kalanları yönetecek biri olsun diye. Aliya ise bizim kaderimizi paylaşıyordu. Aliya ise ülkeyi terk etmemiştir. Aliya ise savaş patlayıncaya kadar uzlaşmaya, savaşı önlemeye çalışan bir liderdi. Aliya’da intikam duygusu yoktu. Bu hararetli sözlü mücahitler zikre değer değil. Tarihte isimleri bile unutulur. Ben de isimlerini zikrederek köşemi kirletmek istemiyorum. Aliya ise bir liderdi. Allah rahmet eylesin.
Bizim canlarımızla, başlarımızla, mülklerimizle savaşmak çok kolaymış. Şu anda bazı kardeşlerimiz için kendi odalarında, bilgisayar veya marifetli telefonlar başında Boşnakların kararlarıyla, Bosna’daki Boşnakların varlığıyla dünyadaki Müslüman meselesini, Filistin meselesini çözmek çok kolaymış.
Bana sorarsanız, yazının başında dediğim gibi, ne ülkeler, ne ırklar, ne savaşlar olurdu. Bana sorarsanız, O’ndan dolayı yarattığı her şeyi kucaklarım. Fakat durumumuz da konumumuz da O’nun vergisi. Bizi burada, bu zamanda yaşatmasında bir hikmet var. Katlanmak, şükretmekten başka bir şey elimde değil. O’nun varlığında var olmaktan başka bir isteğim yok.