Belki biraz sonra söylerim, bu halimle kime benzediğimi. Ne var halimde? İşte sabahın saat onu, işte Abdülhamit zamanından kaldığı söylenen ama yarısından çoğu zamana yenik düşmüş bir binanın ikinci katında oturuyorum. Burası küçük bir kafe; duvarlarında Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya fotoğrafları var. Belli ki mekânın sahibi, özellikle edebiyatla ilgilenen gençlerin gelip oturmasını arzuluyor. Sabah vakti dışında hiç uğramadım, o gençler kim, buluşup neyi konuşuyorlar, bir fikrim yok. Dayanamayacağım, söyleyeyim; ben daha çok Thomas Bernhard’a benziyorum bu halimle. Ortadaki masada, yüzüm çarşıya bakan pencereye dönük, bir başıma düşünüyorum. Biri fotoğrafımı çekse, üç aydır her sabah aynı ritüeli yerine getiren bir adamdan elbette kuşku duyardı. Üç aydır buraya geliyor, bu iskemleye kuruluyor, yüzümü balıkçılar çarşısına dönüyor, bir çay söylüyor ve sigaramı yakıyorum. Eğer ocaktaki delikanlı tiryaki değilse, demlik benim için açılıyor olmalı; ilk bardak benim için dolduruluyor, günün geri kalanının bereketini verdiğim ücret belirliyor. Kalkarken, hiç aksatmadan, “bereketli bir gün diliyorum” diyorum; çıkarken duvarlardaki şairler, uzak yerlere gitmeyi kışkırtan kartpostallar ve dizeler kuşkuyla ‘sabah adamı’nın arkasından bakıyorlar, biliyorum…
Devamı Gerçek Hayat’ın 796.sayısında…