Çarşamba günlüğü

3 Ocak 2018 Çarşamba sabahı

İnce bir yağmur çiseliyor. Kestirmeden motora gideyim diye Mihrimah Sultan Camiinin bahçesinden geçiyorum. İçimde, gece geç vakitte haberdar olduğum bir ölümün ağırlığı var. Cami bahçesinin artık bu kente ait olmayan yıpranmış ve sessiz taşları bir an aklımı çelecek gibi oluyor. Hiçbir yere gitmesem ve saatlerce şurada, şu taşların kıyısında otursam keşke. Ama adımlarım alışkanlıklarından hiç taviz vermiyor; taş zemini çoktan arkamda bırakmış, merdivenlerden inmiş, iskeleye yürürken buluyorum kendimi. Her gün başka başka şeyleri düşünerek geçtiğim güzergâhtan bugün bir ölümü düşünerek geçiyorum ama. Çok fazla tanışmadığımız halde, dünyadan göçtüklerinde üzerimizde fazlaca tesir bırakan insanlar vardır. Hüsamettin Arslan Hoca’nın ölümü de öyle bir tesir bıraktı bende. Cağaloğlu’nda, Mehmet Varış’ın artık yerinde yeller esen Kitapevi’nde tesadüfi karşılaşmalar; Hoca’nın o kendine has üslubuyla düşünceden politikaya anlattığı meseleler; insanda hem bir yakınlık hem de bir mesafe hissi uyandıran kişiliği; buradan, evin içinden konuşan bir adamın verdiği güven; kalkıp gittiğinde bedeninden dört bir yana yayılan yalnızlık. Bir Hüsamettin Arslan yalnızlığı…

Çarşamba, öğlen vakti

Sabahleyin geldiğim güzergâhtan bu kez başka türlü bir telaşla geri dönüyorum; Hoca’nın cenazesine yetişmem lazım. Burada, bu büyük kentte, küçük şehirlerdeki gibi anons edilen ölümler yok. Herkes kendi ölüsünden haberdar olmak, kendi ölüsünü kaldırmak zorunda. Daha doğrusu ölüm, ona karşı son vazifesini yapmaya yetişenlerin omuzlarında uğurlanıyor; kaç kişi duydu ve kaç kişi geldiyse. İçimden bir ses, Hüsamettin Arslan’nın öldüğünü çok kişi duymuş olsun ve çok kişi gelsin, diyor. Bu vatansever adamın, bu hususi yalnızın hepimiz tarafından hiç değilse son yolculuğunda onurlandırılması gerekiyor. Nihayet cami avlusuna varıyorum. İki polis çantaları kontrol ediyor; belli ki devlet katından birileri de katılacak. Ama katılamayanların çelenkleri de var; iktidarın kademelerine uygun olarak, sıralı bir şekilde dizilmişler. Musallanın önüne birikmiş kalabalıktan tanıdıklara ilişiyor gözüm; şair tanıdıklarım, akademisyen tanıdıklarım, gazeteci tanıdıklarım, yayıncı tanıdıklarım. Ve musallada üzerine Türk bayrağı sarılmış bir tabut. Biri, “Niye yeşil örtü yok” diye soruyor; bir başkası diyor ki: “Çünkü âlimleri böyle bayrakla uğurlamak adettendir.” Ben o an tabutun içinde ebedi uykusuna çekilmiş olan Hüsamettin Arslan Hoca’yı düşünüyorum. Birden Akif’in dizesi geliyor hatırıma: “Yalnız yaşadın, kim seni nereden bilecek.”

Çarşamba, ikindi vakti

İşte defalarca tecrübe ettiğimiz bir trajedi. Ölümüzü gönderiyor ve hiçbir şey olmamış gibi işlerimizin başına dönüyoruz. Belki de bu en doğrusudur! Ve elbette öğretici: Biz öldüğümüzde de cenazemizin yakınları bedenimizi toprağa verdikten sonra güne bıraktıkları yerden devam edecekler. Cep telefonları çalacak, randevulara gidilecek, telaşla bir yere yetişilmeye çalışılacak ya da kapımızı bir misafir çalacak. Bizim kapımızı da Süleyman Uludağ Hoca çalıyor. Kalkıp kendisine yer gösteriyorum; daha oturur oturmaz, “Biliyor musunuz hocam, Hüsamettin Arslan’ı kaybettik,” diyorum. O da misafir geldiği mekânda alıyor haberi. Bir müddet birbirimize bakıyor, sonra söze dökülmemiş bir ittifakla, ölümden hayata dönüyoruz. Bazı işlerim sebebiyle üç gündür İstanbul’dayım, diyor; gelmişken bir uğrayayım dedim. Gürcistan’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’dan konuşuyoruz; yeniden baskıya hazırladığı kitaplardan; Bursa’dan. Elbette karşılıklı ve eşit dilimlere bölünmüş bir konuşma değil, ben merak ediyor, soruyor ve dinliyorum. Hoca anlatıyor. Sonra vedalaşıp çıkıyor Hoca, ondan da bir başka boşluk kalıyor geriye…

Çarşamba, akşam ve sonrası

Oturmuş, şair Bedirhan Toprak’ı bekliyorum. Birkaç kez ertelenmiş ve nihayet dün, artık bugün için sözleşilmiş bir buluşma. Gelip masaya oturduğunda ona da Hüsamettin Arslan’ı tanıyor musunuz, diye soruyorum; hayır, diyor. Bir süre rahmetli hocadan bahsediyorum, ilgiyle dinliyor. Sonra, sessiz bir ittifakla sözü edebiyata getiriyoruz; ben ona Dergâh’ın son sayısını, o bana son şiir kitabını veriyor. Söz bir vadiden diğerine akıyor; zaman bir vakitten ötekine evriliyor. Tıpkı sabahleyin olduğu gibi, ince bir yağmur yağıyor İstanbul’a; sahilde, otobüs duraklarının önünde vedalaşıp ayrılıyoruz. Evde, bir gün önce Hüsamettin Arslan Hoca’nın vefatını haber aldığım saatlerde bu kez bir başka haber düşüyor bilgisayar ekranına: Jüri, Hakan Atilla’yı altı suçlamanın beşinden suçlu buldu. Zihnim hangi sebeple aralarında bir bağlantı kurdu bilmiyorum; ama Amerika’daki bu tutsak Türk’ün yalnızlığı da gün boyu yaşadığım hüzünle akraba bir başka hüznün kapılarını aralıyor. Biz Türkler, diye geçiriyorum içimden, her türden arsızlığın nihai kurbanı oluyoruz…