Camileri katleden caniler

Geçen hafta, Türkiye’de bir şey oldu. “Bir şey.” O “bir şey” çok şey demekti.Geçmişte etnisite, feodalizm, kimlik, kültürel haklar, bölgelerarası gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi meseleleri bahane eden, bugün ise hiçbir ideolojisi, hiçbir iddiası, hiçbir amacı kalmayan, salt “terör için terör” estiren PKK, “Kurşunlu Cami” olarak bilinen Diyarbakır’daki Fatihpaşa Camisi’ni bombalayarak ateşe verdi.
Ölüm kusan silahlarıyla Kurşunlu Cami’yi kurşuna dizdiler.
Yakın zamanda, Bosna savaşından geriye hafızalarımızda kalan manzaralardan biri, hiç kuşkusuz, Osmanlı döneminde inşa edilmiş tarihi eserlerin, camilerin duvarlarındaki kurşun ve bomba delikleriydi.
Biliyoruz ki, özellikle camilere dönük bu tahribat, kaza kurşunlarıyla filan değil, kasten, taammüden, doğrudan doğruya işlenmiş bir kültür soykırımıydı. İslam’a, Müslümanlara yönelik öfkenin, hıncın, nefretin yansıması! Çünkü Sırplara, Hırvatlara göre yıkılan her minare Müslümanların kulesini yıkmaktı, çökerttikleri her kubbe İslam’ın bir kalesini çökertmekti. Sevinç naraları bu yüzdendi.
Aynı şeyi Irak’ta da gördük.
On üçüncü yüzyılda çekirge sürüsü gibi akın eden Moğolların acımasız saldırılarına uğrayan İslam şehri Bağdat, aradan geçen yedi asır sonra ilk kez bu kadar büyük bir tahribatla karşı karşıya geliyordu.
Kültürel ve tarihi miras kasıtlı olarak yakılıp yıkılıyor, kütüphaneler, müzeler talan ediliyordu.
Bir şey korunuyordu ama… Petrol kuyuları…
Özgürlük adına savaş bir propaganda olarak şahaneydi; ama akışkan kara altın daha da şahaneydi.
Bir ezber vardır; çağ atlamak! Hayır, insanlık artık çağ atlamıyor; acımasızlıkta, merhametsizlikte level atlıyordu.
Merhametin unutulduğu, hatta merhametin vahşice katledildiği bir yüzyıla girmiştik.
İşin içinde merhamet olsaydı, “Bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü gibidir” denilebilirdi. Ortadoğu’da artık bu sözün yerini yeni bir motto almıştı; yanılmıyorsam, Stalin’e ait olan şu söz: Bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir.
Yeri geldiğinde, bir insanın ölümü trajik değil fotojenik bile olabiliyordu.
Yahut bütün dünyaya servis edilecek bir görsel materyal… Gözleriyle düşünen insanların yaşadığı bir çağda, savaşın nasıl hatırlanması gerektiğini belirleyen bir tek fotoğraf karesi olmalıydı. Bir kapak fotoğrafı! Irak’ta, “savaşın kapak fotoğrafı” olarak Saddam heykelinin yıkılması, savaşın arşiv görüntüsü ise Saddam’ın “şehadet getirmeyi tamamlayamadan ipte sallandırılması”ydı.
Böyle bir yüzyıl işte… Her şeyi bir tek fotoğraf karesiyle özetlenebildiği, sayıların anlamını yitirdiği bir yüzyıl.
Irak, Ortadoğu’nun ortasında açılan karadelik gibi milyonlarca insanı yuttu ve yüzbinlerce insanın ölüp gitmesi sadece istatistiki bir değer olarak kaldı. Hatta istatistiğinin tutulabildiğini, tutulduğunu söylemek bile zor.
Aynı şekilde, bombardımana tutulan camilerin, mescitlerin de kaydını tutan yoktu. İnsanlar patır patır, minareler gümbür gümbür düşüyordu.
Yazının başında, “geçen hafta Türkiye’de bir şey oldu…” demiştik ya, işte, olan bunlardı. Batı’nın tarumar ettiği Bağdat’ta, Sırpların zulmüne uğrayan Saraybosna’da ne olmuşsa, çok daha uzak geçmişte, Haçlı seferlerine maruz kalan İslam şehirlerinde ne olmuşsa o Diyarbakır’da da o oldu.

Suikast. Taammüden, kasten, bile isteye işlenen bir tarih cinayeti. Okulları yakan… Fabrikaları yakan… Sivillerin otomobillerini, bölgedeki iş makinalarını yakan… Barajları ateşe veren… Kısaca, yanında ot bitirmeyen, kendinden başka hiçbir anlayışa yaşam hakkı tanımayan o zihniyet, bu kez Kurşunlu Camii’ni ateşe verdi.

Kurşunlu Camii, Osmanlı’nın Diyarbakır’da inşa ettiği ilk eser olarak biliniyor. Gerçi, ilk ya da son, ne fark eder… Çünkü bu teröristlerin yaktığı ne ilk camiydi, maalesef, ne de son olacak gibi…

İlk olsaydı, trajik ve münferit bir hadise diyebilirdik. Ancak, Güneydoğu’da bu şekilde onlarca cami var. Öyle anlaşılıyor ki, bu saldırılar son derece sistematik.

Daha önce de, dört ayaklı minareyi kurşuna dizmişlerdi. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin, öldürülmeden hemen önce düzenlediği basın açıklamasının da konusuydu bu. Kentin en önemli tarihi eserlerinden birinin katledilmesi, kurşuna dizilmesi, tahrip edilmesi…

Tahir Elçi, dört ayaklı minare için elçilik ediyordu, elçiye zeval oldu.

Elçi’nin, otomatik silahlarla kurşuna dizilen Dört Ayaklı Minare önünde inceleme  yaparken çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. Minare’nin üzerinde bir levha asılıydı. Şöyle yazıyordu:

“Bu yapı tehlike arz etmektedir.”

Tahir Elçi’nin ölümüyle bu söz yeni bir anlam kazandı. Hiç şüphesiz, tabelada kastedilen tehlikenin bu kadar hayatî bir uyarı olabileceğini ne Tahir Elçi, ne de bir başkası bilebilirdi. Dört Ayaklı Minarenin terör saldırılarında yara almış ayaklarından birinin yanına uzanmış cansız bedenini görünce anladık o tehlikenin ölüm olduğunu.

Teröre kurban gitmek üzere olan bir minareyi savunurken öldürüldü Tahir Elçi.

İşte, ‘terör için terör’ çizgisine varan bir yapının geride bıraktığı yıkımdır bu. İnsan ya da eser, can veya mal, Tahir ya da Tarih, öldürmekte seçici olmayan, önüne ne çıkarsa yiyip bitiren, açgözlü bir ölümdür bu.

Bağdat’ta, Saraybosna’da ve benzeri İslam şehirlerinde olduğu gibi, en önemli İslam şehirlerinden biri olan Diyarbakır’da da insanlığa, medeniyete, tarihe, kültüre karşı bir suç işlendi. Dört Ayaklı Minare, Kurşunlu Camii ve diğerleri…

Kimin yıktığını, kimin yaktığını herkes biliyor.

“Cizre’de günlerdir ezan yasak, okutulmuyor. Çünkü minarelerde keskin nişancılar konumlandı” türünden kara propaganda yapan HDP’lilere de sormak lazım elbette. Belki onların başka bir bildiği vardır. Belki yine, canları “devlet yaptı” demek istiyordur.

Not: Yazıyı noktaladım. Dergiye göndermeden önce, internet üzerinden bir kez daha haberlere göz atayım dedim. HDP EŞ Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, devlet yaptı demişti bile. Nedense, en ufak şaşkınlık oluşmadı yüzümde.