Lahmacun bu şehre ne yaptı, neler yaptı, üzerine kafa yorduğum bir soru değildi doğrusu. Kabataş’ta, Bursa feribotundan iner inmez bindiğim bir taksi şoförü ile birlikte düşündük. Konumuz aslında ağır trafikti. Şehir kalabalıklaşıyor, göçe açılıyor, ama yollar hep aynı değil mi? O, kendisinin gerçek bir İstanbullu olduğundan kuşku duymuyor; dedesi yerleşti bu şehre zamanında, Bayrampaşa tarafları henüz çölü andıran boş arazilerden ibaret olduğu sırada. Rahmetli, Amerikan arabaları alıp satıyordu. Siyah Dodge, Chevrolet… Bazen ondan kirli arabaları yıkamasını isterdi. Araba sevgisi böyle yerleşti içine.
Doğma büyüme Fındıkzadeli. Çocuklarını okula götürürken öğle arasında yesinler diye semtin ünlü “Goralı Sandviç”lerinden satın alırmış babası, büfenin önünden geçerken. Semte ilk lahmacun dükkanı açıldığında, bu şehir yaşanmaz hale gelecek demiş.
Goralı sandviçi Kosova göçmeni Şefik Goralı 1945 yılında Ankara’da kendi soyadını vererek açtığı küçük bir büfede deniyor ve geliştiriyor. “Goralı” soyadı Kosova’nın Gora Bölgesi’nden geliyormuş. Şefik Goralı’nın akrabalarından olan Ferit ve Şehmuz Goralı ise İstanbul’un Fındıkzade semtinde 1961 yılında açtıkları dükkanda sandviçi meşhur ediyorlar. Goralı Sandviç aslında Türkiye’nin ilk fastfood’u. İçine sosis, Amerikan salatası ve ince ince kesilmiş hıyar turşusu konuluyor. Giderek bütün ülkeye yayılıyor ünü, hatta taklitleri de çıkıyor. Ancak lahmacunlu yeni dönem içinde özel bir tada dönüşerek nostaljiyle hatırlanır hale geliyor.
Kuşkusuz hamburger salonlarının istilasından söz etmek eksik kalır bu kıyaslamada. McDonald’s 1980’lerin ortalarında Türkiye’de salonlar açmaya başladı. Ancak şoförümüz bu salonlarla ilgilenmeden lahmacunun temsil ettiği istilayı eleştirmeyi sürdürdü. Dedesi Gaziantep’ten göç etmiş İstanbul’a gerçi. Onun dedeleri geldiğine göre, başkalarının da Doğu’dan veya başka bir yöreden büyük şehirlere göçmeye niye hakkı olmasın? Gelmesin demiyorum, diyor telaşla. Niye olmasın, mecburen gelecek. Ama şehir buna hazır değil ki, biz hazır değiliz, kimse bir şeyi sindiremedi. Ne büyük kaldı ne küçük. Kimse kimseyi saymıyor.
Taksi şoförleri her zaman alternatif bir toplum okuması sunarlar. Trafik kilitlendiği için “ablam benim” diyerek anlatmayı sürdürdü. “Hanım ablama söyleyeyim” diye yeniden söze başladı ve şehri kuşatan görgü kıtlığının izini semtlerinde açılan ilk lahmacun salonuna kadar sürdü. “Daha öncesinde temizdi şehir, saygı sevgi vardı, insanlık vardı. Kızlar işte böyle giyinmezdi, tayt filan… Öğretmen çocuğa laf etmeye korkuyor şimdi, bizde öğretmen saygısı vardı. Trafikte saygılıydı herkes, tıkanma yaşanmazdı, kural tanımıyor şimdi kimse. Lahmacunu getirdiler, anarşi de geldi. Yıl 1973.”
Bozulmanın tarihini lahmacundan başlatmasına itiraz ederken 6-7 Eylül Olayları’nı hatırlattım. Lahmacunlu dönüm noktasına karşılık 1980’ler de hamburger zincirleriyle kuşattı ülkeyi.
Rami’ye, ders verdiğim Hasan Nail Canat Kültür Merkezi’ne gidiyoruz; ders saatinin başlamasına dakikalar var. Trafik ise artık cumartesileri hafta içinde olduğundan çok daha fazla sıkışık. Yollar aynı, nüfus arttı, binalar sıkıştırıyor arabaları, diye bir yorum getirdi; haklı. Hâlâ sormadan edemiyorum: Niçin lahmacunun gelişi, hamburgere göre daha sorunlu olsun? Ayrıca lahmacunun gelişi, aksine, Türkiye’nin zorunlu olduğu bir kaynaşmanın temsili olarak hayra yorulamaz mı? Kim Chinetown’ı New York için bozulma sebebi sayabilir? Yanlış anlatmış olmayayım hanım ablam, diye açıklıyor. Lahmacun göçün önünü açtı. Tabii, devlet politikaları yetersiz kaldı. İş yok, okul yok, bir İstanbul umut kapısı bilindi.
Daha sonra twitter’da bu konuya değindiğimde, farklı bir yorum çıktı karşıma: Sümeyra Nur@pamukipligi, “O lahmacun salonu kapandı, ama Goralı hala duruyor, üstelik dükkanı da büyüdü” diye yazdı.
Kim, kime neyi öğretti, hangi konuda yol yordam gösterdi de şikayet etmeye hakkı olduğunu savunuyor? Geriye dönüp baktığımızda hepimiz kendimize göre bir bozulma listesi çıkartabiliriz. Kimine göre bozulma II. Meşrutiyet ile başladı, kimine göre ise tekke ve zaviyelerin kapatılması ile. Rousseau bozulmanın tarihini bir arazinin ilk kez çitle çevrilmesi fiiliyle başlatır.
Bozulma, öğrenme ve öğretmeye izin vermeyen kibrin şehirlilikle bir tutulmasıyla başlamış olamaz mı peki? Sahilin doldurulmasıyla inşa edilen ve iki yıldır halka hizmet veren Maltepe Park, şehirle ilişkide bir öğrenme platformu gibi gelir bana.
Bozulma, medeniyete karşı olanın baskın çıkması ise, gürültü kirliliğinin altını çizmek yanlış olmasa gerek. Medeni insan, hemcinsini rahatsız etmeyecek şekilde yaşamaya özen gösterir. Zor durumda kaldığında ise özür diler, değil mi? Önceki gün Maltepe Park’ta sabah yürüyüşü yaparken bu konuyu yeniden düşündüm: İşte park, şehrin nispeten dar gelirli ahalisini ağırlayarak bir muaşereti geliştirmenin atölyesine dönüşüyor. Biz en çok birbirimizden öğrenebiliriz.
Oysa bozulma miladını kendinden uzak tutmak hesabına biri diğerine şevkle “paçoz” diyor, diğeri müstağni bir ifadeyle bir başkasını “ezik” olmakla suçluyor. Herkes kendi listesine göre çekiştiriyor ötekisinin zevklerini. Lahmacunu beğenmeyen Goralı yemeye devam edebilirdi. Bir araya gelip konuşmaya da izin vermiyor nevzuhur gürültüler. Asude saatlere gölgesini düşürüyor paramotorcular. Üzerimize dayanılması güç mekanik sesler boca ederek geziniyorlar. Ne önemi olur ki kendi halinde sohbetinizin seyrinizin, bizi izleyin, sahici keyfin şahidi olmanın onurunu yaşayın, demek istiyorlar sanki.
Gökdelenlerin söylediği de daha mı farklı? Ben sizden iyi bilirim görmeye layık olduğunuz manzarayı ve nereye giderseniz gidin gökyüzü benimdir, diye kestirip atmıyor mu gökdelen de…
Bana kalırsa ilk gökdelenin yaşlı bir insanın manzarasını kapatmasıyla başladı yozlaşma.
Türkçenin Ruhu
“Çünkü dille seslenmek –bu seslenme yazma şeklinde bile olsa- bir muhatap tasavvur ettirir.”
Hüseyin Rahmi Göktaş, Külliyat Yayınları, 2016.