Biz bu oyunda yokuz!

Türk popüler sinema sistemi kavgaya tutuştu.
Gişedeki paylaşım için kılıçlar kınlarından sıyrıldı.
Detaylarını Gerçek Hayat’ın bu sayısında fazlasıyla okuyacağınız bir tartışma sürüp gidiyor…
Konu sadece basit bir hasılat paylaşımı gibi görülse de bizim açımızdan daha derin sorunlar taşıyan bir aysbergin görünen yüzü…
İstediği filmi öne çıkaran, istediği filmi süründüren işletmeci bir yana, toplumun deformasyonuna büyük katkı yapan sulu sepken, bol küfürlü komedi filmleri diğer yana…
Son dönem popüler sinemanın gişe şampiyonu yapımcı-yönetmen-oyuncuları ile sektörün en büyük işletmecisinin taraf olduğu sürtüşmede ne yazık ki toplumun genelini temsil eden kesimler hiç yoklar…
Peki, bugünün hâkim siyasi zihniyetinin sinemacı uzantıları neredeler?
Neden sesleri çıkmıyor?
Neden gürlediklerinde karşıki dağlar titremiyor?
Niye Yılmaz Erdoğan filmini çektiğinde büyük gündem oluyor da, İsmail Güneş kendisine yapılan büyük haksızlık karşısında ‘Kervan’ filmini çektiğinde kimse tınmıyor?
Sırf mukaddesatı, aileyi, toplumsal değerleri öne çıkardığı için ya hiç vizyona sürülmeyen ya da sürüm sürüm süründürülen filmlerin akibeti patlamış mısır kadar gündeme gelemiyor?
Bu büyük bir açmaz ve kocaman bir dert…
Uluslararası büyük bir ahlakî erozyon atağının altındayız…
Hollywood kaynaklı “cinsiyetsiz dünya” projesinin en önemli yayılma yolu sinema, televizyon ve elbette sanal sosyal ortamlar…
Ama başlangıç hep sinema yoluyla gerçekleştiriliyor…
Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, kurbağa deneyi gibi insanlığı uzun vadeli bir zihni dönüşüm için hazırlıyorlar…
Önce küçük küçük değinmeler, sonra senaryoya yedirilmiş hikayeler ve kahramanlar ile ilmek ilmek işlenen ve sonunda insanoğlunun “normal” kabul edeceği yeni bir hayat formatı işliyorlar…
Netflix’in artık gizleme gereği duymadan başını çektiği erkek, kadın ve üçüncü türden oluşan yeni toplum modelinin kabulu için son dönemece girilmiş gibi…
Aşk kavramı kadın ve erkek arasında olan bir etkileşimden neredeyse çıkmış durumda…
Herhangi bir film ve dizide, sapkın ilişkilerin hayatın tabii hâli gibi pazarlanmadığı an yok gibi…
Batı toplumlarını çoktan ifsat ettiler…
Artık Amerikalı bir ebeveyn, zinanın büyük günah sayıldığı koyu katolik inanca sahip dahi olsa ergenlik yaşlarındaki çocuklarının karşı cins ile ilişki kurmasını, üçüncü türe ait olmasına tercih ediyorlar…
Normal cinsel yönelimleri olsun yeterli, günaha çoktan razılar…
Aynı sistematik projenin hedefinde biz de varız. Biz, yani hâlâ aile değerlerini üst düzey tutan genelde İslam âlemi ve özelde ise Türkiye…
En önemli basamak olarak sinemayı kullananların hedeflediği gelmekte olanın adı “Ailesiz Toplum”…
İşte böylesi yoğun saldırı ortamında, Türk sinemasında “gişe ve hasılat” kaynaklı büyük bir tartışma yaşanıyor ama bu ülkenin muhafazakâr sinemacıları işin içinde yoklar…
Oysa her zamankinden daha çok üretmek zorundayız…
Geçen hafta yazmıştık, Fullbrigiht Komisyonu ile yönetilen müfredatımıza bunların eliyle yeni şeyler sokulduğunu okuyoruz ne yazık ki!…
“Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul” projesi başladığı müjdesini(!) almanın derin hüznünü yaşarken, bu projenin pilot olarak tamamlanıp rafa kaldırıldığı bilgisi yüreğimizi bir nebze hafifletiyor…
Süslü kelimeler ile önümüze servis edilen bu yeni toplumsal düzene karşı her alanda savaşmak zorundayız…
Ve sinema savaşmak için en etkili mecralardan birisi…
Beceriksizliği “sanat”, yetersizliği “kalite”, kabızlığı “düşünce üretimi” olarak görüp, toplumun geneline hitap etmeyi “ayaktakımı işi” tanımlamasıyla yaklaştığımız sürece, bugün siyasetin sağladığı şık küçük salonlarda konuları konuşmaktan öteye geçemez, topluma değemez, yeni nesillere ulaşamayız…
Geçmişin böğrüne saplanıp kalmak ya da yeni dönemi okuyamamak “bizim” sinemacılarımızın en büyük açmazları…
Çünkü onlar gişeye inanmıyorlar, afedersiniz inanmak değil gişede rakam yapamıyorlar…
Rakam yapamayınca sermaye bulamıyorlar, süreklilik sağlayamıyorlar…
Büyük arenaya çıkamayınca da geriye son derece konforlu olan “sanat sineması”, “festival üretimi”, “sinema dili sağlam film” klişelerinin korunaklı gölgesine sığınmaktan başka bir yol kalmıyor…
Elbette konunun bir diğer cephesi de, mütedeyyin sermayenin bu konuya çok uzak olması…
Mimar Sinan’ın eserlerinin yanında ultra-lüks arabalarıyla geçip selatin camide namaza gidenler, büyük mimarın müteahhit değil bir kamu çalışanı olduğunu bilmiyorlar…
“Marifet edileceklere iltifat gerektiği”, her kuruşun bir sorumluluğunun olduğu gerçeği henüz zihinlerine pek uğramamışa benziyor…
Aslında ülkemizin bugün ortaya çıkan sinema, sanat dünyasını tasarlayan perde gerisi aktörlere ihtiyacı var…
Muhafazakâr kesimin neden bir Osman Kavala’sı yok?
Gerçek sorunlardan birisi bu…
Sermaye ile sanatçı arasında köprü kuracak, kuralları belirleyecek, iki tarafı kollayacak ve sinema başta olmak üzere sanatsal üretim yapılmasını sağlayacak sermaye sahibi beyinlere ihtiyacımız var…
Yoksa bir gün, örseleye örseleye elimizden kaçırdığımızda siyaset kurumunun sağladığı küçük avantajları da kaybedince, yine eski öksüz günlere dönme ihtimali saklanmış bekliyor…
Hiç bitmeyen “sanat sanat için mi, hak için mi” tartışmasında şimdilik bizim cenah yetersizliklerimizi örten en büyük makyaj olarak “elbette sanat” kısmında durmayı tercih ediyor…
O nedenle de sinemadaki büyük tartışmaya taraf olmak yerine, kapalı gruplarda dünyayı kurtarmak gibi boş beleş işlerle uğraşıyoruz…