Küçük Prens’te şöyle bir bölüm yer alıyor:
“Küçük Prens’in geldiği gezegenin B-612 diye bilinen asteroid olduğu konusunda beni haklı çıkaracak ciddi bir nedenim var. Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş. Bu buluşunu hemen Uluslararası Gökbilimi Toplantısı’nda büyük bir heyecanla sunmuş, ama adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye onun söylediklerine hiç kimse değer vermemiş. Büyükler böyledir işte… Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de, 1920 yılında aynı gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Asteroid B-612’yi tanıtabilmiş. Bu kez herkes ilgiyle izlemiş onun söylediklerini.”
Bu satırlar, metnin orijinalindeki “diktatör” kelimesi yüzünden tartışmalara neden olmuştu. Eskimeyen bir tartışmadır bu. Dünyanın en çok dile çevrilen edebi eserlerinden biri olan Küçük Prens’te, kitabın yazarı Saint-Exupery acaba Atatürk’e “diktatör” mü diyordu. Salt bu nedenle, Küçük Prens, Milli Eğitim Bakanlığının “100 Temel Eser” listesinden çıkartıldı.
Evet, metnin orijinalinde “diktatör” yazıyor. Atatürk’ü mü kast ediyor, 1920’de Atatürk Devrimleri yapılmış mıydı, kılık kıyafet kanunu çıkmış mıydı ki filan türünden sorular bu yazının konusu değil.
Bu satırlar başka bir şeye daha işaret ediyor çünkü… Şuna:
Neden bir Türk kendini kanıtlamak, buluşunu ispatlamak için bir Türk gibi değil de, “Batılı” gibi giyinmek zorunda kalıyordu! Neden kendisi olamıyordu! Neden kendimiz gibi olamıyorduk! Neden, kendimizi ortaya koyarken bir tiyatro oyunundaki gibi farklı bir kostüm giyinmek zorundaydık. Asıl tartışılması gereken konulardan biri budur. Değişim değil çünkü bu, daha değişik, daha başka bir şey; başkalaşmak! Yabancılaşmak! Kendisini, annesini, babasını, evladını, içinde bulunduğu toplumun tümünü aşağılamak. Aşağılık kompleksinin boğazımıza kadar yükseldiği kirli bir havuzda debelenmek…
Bu aşağılık kompleksinin yakın zamandaki örneklerinden birini, Aziz Sancar’ın Nobel Kimya Ödülü’nü alması üzerine yaşadık. Aziz Sancar, ödül sonrasında “En çok ülkem için sevindim. Türkiye’ye bilim lazım, güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varılması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için de çok sevinçliyim” demişti. Fakat İngilizler BBC kanalıyla, içimizdeki İngilizler ise sosyal medya aracığıyla Aziz Sancar’ın “Türkiyeli” olma iddiasını ezmeye, biçmeye, yok etmeye çalıştılar.
BBC, Sancar’a telefonda “Arap mısınız, kısmen mi Türk’sünüz” diye sormuştu. Aziz Sancar’ın BBC’ye cevabı net olmuştu: “Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türküm.” Ardından başka mecralarda da şunları ilave etmişti: “Ben Türküm, o kadar. Mardin’de de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm.”
En temel meselelerimizi ele alırken bile bu aşağılık kompleksi devreye giriyor.
İşte başkanlık sistemi tartışmaları… Başkanlık tartışmalarında sistemin kendisine değil, kendimize odaklanıverdik…
“Türk tipi başkanlık olmaz” dediler… Tartışma bunun üzerinden yürüdü gitti. Kendisinden nefret eden, komşusundan nefret eden, saçını tarayışından, kaşından, gözünden, çatal bıçak tutuşundan, köyünden, şehirlerinden, esmer teninden nefret eden bir zihnin ifadesi bu.
Kendisine fena halde gönüllü Fransız olan, daha doğrusu kendi kendisine oryantalizm uygulayan bu kadar insanın bir arada bulunduğu başka toplum var mı, bilmiyorum. Her biri kendisini çirkin ördek yavrusu gibi görüyor. Çünkü; Türk olarak doğmak onun “suçu” değil. Türk olarak doğmuş ama büyüyünce İsviçreli olacak. Nasıl olacak bilmiyorum: Evrim geçirecek, başkalaşacak. Yahut Gregor Samsa örneğinde olduğu gibi, bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini yatağında uzanmış devcileyin bir Viking olarak bulacak. Buna inanıyor. İman ediyor.
Ütopik bir İsviçreli ve fakat peşin satın alınmış bir İsviçreli endişesi dolanıyor hep zihninde: Yaşadığı şehrin bir yerinde, mesela Taksim’de minarelerin yükseleceği fikri korkunç bir fikir olarak geliyor ona, irrite oluyor, kâbus yaşıyor.
Evrensel kültür, evrensel değer diye bir şey var çünkü. Konserve edilmiş kültür gibi bir şey, ihtiyacın olduğu an, bu değerlerin pazarlandığı ülke görünümlü, federasyon görünümlü bir marketten gidip satın alıyor o kutsanmış değerleri. Üretimi batıda, tüketimi doğuda yapılıyor bu konserve kültürün.
Kafası rahat, fazla düşünmüyor, “adamlar yapmış işte” deyip satın alıyor.
Adamlar yapmış işte, git, satın al, kullan, tüket diyor… Yenisini üretmeye kalkışma, uğraşma, onlar daha iyisini yapıncaya kadar en iyisi yine onların yaptığıdır diye baskı kuruyorlar bir de üzerimizde.
Her konuya aynı gözlükle bakıyor. Başkanlık tartışmalarını misal, aynı kafayla ele alıyor; “başkanlıksa başkanlık, adamlar yapmış işte, git, onlardan al. Türk tipi başkanlık mı olur yani…”
Bir tek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Türk Tipi başkanlık olmaz” salvosuna karşılık verdi. Tam da Türk tipi bir tepkiyle: “Bal gibi olur.”
Devamında şunları da ekledi: “ABD’de başka. Meksika’da, Küba’da başka. Rusya’da başka. Fransa’da yarı başkanlık. Bir arı maharetiyle hepsinden alalım ve önümüze bakalım.”
Sahi, niye Türk tipi olmaz? Bunun makul bir izahı var mı? Bana kalırsa bu, “alafranga” ve “alaturka” kavramları arasına sıkışıp kalmış kompleksli Tanzimat aydınının bunalım kalıntısıdır.
Tarih boyunca 16 devlet kurmakla, 300 obalı çadır devletinden bir cihan imparatorluğuna uzanan yolu yürümekle övünenler, nasıl bir özgüven erozyonuna uğramışsa artık, üretmeyi değil klonlamayı tercih eder hale gelmiş.
Yenilgiye uğramış bir zihnin eseridir “Türk tipi (…) olmaz” demek.
Dünya sistemi içinde figüranlığa razı olmaktır.
Avrupa’nın, Amerika’nın taşrası olmayı kabullenmektir.
Ne olur biraz özgüven sahibi olsak?
Ne olur Batı’nın taşrası olmak yerine “merkez ülke” olmayı yeğlesek?
Ne olur biraz yerli olsak? Ne olur, kendimizi mi kaybederiz?