Bir zamanlar Gerçek Hayat’ta

Gerçek Hayat’ı çıkardığımızda yirmi birinci yüzyıla yeni girmiştik. 2000 yılının son çeyreğiydi. O zamanlar herkesin ağzında “milenyum” kelimesi vardı. Bin yıllık dilim yani.

Bir milenyumdan bir sonraki milenyuma geçerken yirmili yaşlarımın ortasındaydım. Hayatı takvimler üzerinden okuyan birçok insan, milenyumu, insanlık tarihindeki yeni bir evre, Türkiye tarihinde oluşan bir mutluluk halesi gibi kabul ediyordu. Ya da öyle olmasını umuyorlardı. Zira yirminci yüzyılın son on yılı Türkiye açısından hiç de iç açıcı geçmemişti. Bugün Eski Türkiye diye anılan koalisyonlar dönemi ve 28 Şubat süreci, kavurucu bir çöl rüzgârı gibi üzerinden geçiyordu Türkiye’nin.

Nasip işte; bütün dünyada post-modern sanat, post-modern felsefe, post-modern sosyoloji konuşulurken bizim payımıza post-modern darbe düşmüştü. Yıllar önce ağladığınız hatıraları yıllar sonra kahkahalarla anmak gibi bir şeydi 28 Şubat. Şimdi düşünüyorum da, belki de o günlerde “bin yıl”, “milenyum” kavramları moda olduğu için “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti bir general. Üzerinde fazlaca düşünüldüğünü sanmam, ama neticede general ciddiyetiyle söylenmiş bir sözdü. 5 yıl mı sürdü? 15 yıl mı? Hadi 15 diyelim. Ne eder? Binde 15 isabet! Vay canına. Bir general için fazlasıyla kötü bir atış. Komik.

Mustafa Şahin, Oğuz Atay’dan ilhamla “Bat dünya bat ki, emekli generaller simit satsın” diye yazmıştı. 28 Şubatçıların kurmak istediği dünya battı. Beraberinde, bütün itibarları da battı o günleri Türkiye’ye yaşatanların.

İsmet Özel, her zamanki asaletiyle, “28 Şubat takvimde bir gündür sadece” diyordu. Biz de ciddiye almıyorduk 28 Şubat’ı. Gadrine uğrayanların da ciddiye almamasını istiyorduk. Kimse ciddiye almasındı ki, toplumun üzerine serpilmek istenen ölü toprağını silkeleyip, 28 Şubat’ın oluşturduğu ataletin bir an evvel kaybolmasını istiyorduk. O yüzden, ilk hedefimiz 28 Şubat’ın tahripkâr etkisini bütünüyle izale etmekti.

Mağdur edilmiş, mazlum edilmiş, sesi soluğu kısılmış, sessizliğe bürünmüş çoğunluğun gür sesi, özgüven kaynağı olmak niyetindeydik.

Aslında son derece modernist bir ruha sahipti 28 Şubatçılar; modernizm nasıl ki kendisine kayıtsız şartsız biat edilmesini bekliyorduysa, 28 Şubatçılar da öyle bir beklenti içindeydi.

Mottosu şöyleydi; “Orduya Sadakat Şerefimizdir.”

Bu söz, o günlerde, adeta namlu gibi doğrultulmuştu sivil halkın üzerine. Biz, Gerçek Hayat’ın çıkışında “Gerçeğe Sadakat Şerefimizdir” demiştik. Samimiyetimiz en büyük gücümüzdü. Hakan Albayrak, o günlerde bana, “Samimiyetle çıkarılmış bir dergi her zaman güçlü bir rüzgâr estirir” demişti. Dediği gibi de oldu.

Gerçek Hayat, 28 Şubat’taki post-modern darbeyle savrulan kesimlerin güçlü sesi haline dönüştü. 28 Şubat’ın soğuk duş etkisi büyük ölçüde sona erdi. Kurucu kadro olarak, amacımıza ulaşmıştık. Sonra, bayrağı devrettik.

Gerçek Hayat’tan bahsederken ayrı bir parantez açılması çok sayıda isim var. Hakan Albayrak, Gökhan Özcan, Murat Menteş, İsmet Özel, İbrahim Kiras (derginin adı onun şiir kitabının adıydı), Halime Kökce, Hasanali Yıldırım, Suavi Kemal Yazgıç, Mevlana İdris, Numan İlhan… Her birinin Gerçek Hayat üzerinde emeği var. Kimi gençlik enerjisini, kimi birikimini, kimi sermayesini, kimi adını ortaya koydu.

Hayatı boyunca delikanlı bir şekilde çekip gitmenin türküsünü söyleyen Hakan Albayrak, yaşadığı tempolu, sürprizli hayata uygun olarak, “Parası çok olan parasını ortaya koyuyor, bizde hayat çok, biz de hayatımızı ortaya koyuyoruz” diyordu.

Hayatını ortaya koymak demişken…

Bayrağı devralanlardan birini; Faruk Yücel’i de anmadan geçemeyeceğim.

“…Büyüklerimizin ‘gerçeğe sadakat şerefimizdir’ sözünü yere düşürmeden, her hafta bu acayip dünya düzenini daha fazla nasıl ciddiye almadığımızı gösteririz diye kafa patlatıyoruz” diyordu Faruk. Hiç tanışamadık. O sıralarda, İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış, Başbakan’ın metin ekibine katılmıştım. Mekanı cennet olsun.

Evet, 28 Şubat rüzgârı çoktan bitti. O günlerde Refah Partisi’nin kabuk değiştirmesinden dolayı çokça kullanılan yenilikçi-gelenekçi kavramları da unutuldu gitti.

Bir 11 Eylül günü New York’taki ikiz kulelerin çöküp gitmesini bile bugün birkaç stratejistten başkası dile getirmiyor. İkiz kulelerin ardından Afganistan, Irak gibi İslam coğrafyası üzerinde yapılan operasyonları, bizim medyanın amiralleri “küresel 28 Şubat” diye pazarlıyorlardı. Bugünlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “diktatör” suçlamasında bulunan gazeteciler, o günlerde, bile isteye, güle oynaya, hatta sırıta sırıta, darbeci generalleri yüceltiyor, adeta postal yalıyorlardı. Sonuç: 28 Şubat gibi, küresel 28 Şubat projesi de çöktü. Beyaz Türkler kaybetti, Beyaz Amerikalılara gelince; onlar da siyahi bir başkan seçmek zorunda kaldılar.

Evet, o günlerden bugüne birçok şey değişti. Mesela “Muhtar bile ola­maz” manşetlerinin mu­hatabı, bugün Külliye’de muhtarları ağırlıyor. Gerçi, hayat boşluk kabul etmi­yor, “muhtar bile olamaz” iddiasının yerine “seni başkan yaptırmayacağız” eşiği kondu. 28 Şubatçı vesayetçilerin yerini ise paralelciler aldı.

Her şeye rağmen bugün artık yeni bir dünya, yeni bir Türkiye var. Yepyeni kavramlar, yepyeni oluşumlar, yepyeni meseleler var artık gündemde.

Haa, bir de… Kadere bakın ki, 2000’de Yeni Şafak’tan ayrılarak kurduğumuz Gerçek Hayat, artık Yeni Şafak’ın medya grubuna dahil oldu. Ben 2005’te ayrılmıştım Gerçek Hayat’tan. Bu vesileyle, 10 yıl sonra, dergide yazmam için beni davet eden İbrahim Karagül ve İdris Saruhan’a da teşekkürlerimi iletiyorum. Bu yazının cümlesini, Eski Türkiye’deki Gerçek Hayat’tan Yeni Türkiye’deki Gerçek Hayat’a “hoş bulduk” yazısı olarak kabul edin ve şimdilik hoşça kalın.