Saraybosna sokaklarındaki mültecilere bakarken, doksanlarda Boşnak milletinin hali aklıma geliyor. Masum, Sırp veya Hırvat silahlarıyla evlerinden sürgün edilmiş, Avrupa şehirlerinin sokaklarında sürünen insanlar. Savaşta, Büyük Sırbistan ve Büyük Hırvatistan hayali uğruna katil olmak istemeyen Sırp veya Hırvat gençler… Hallerini anlamaya çalışıyorum: belki en yakınlarının ölümünü görmüş, doğup büyüdükleri evlerinın yakılıp yıkıldıklarını görmüş, belki de farklı işkencelerin ardından toplama kamplarından salıverildikten sonra, aniden dilini, kültürünü bilmedikleri, bir tane insanını tanımadıkları yerlere dağılmışlar…
Önlerinde bir belirsizlik, arkalarında korkunç bir travma, içlerinde garip bir hüzün ve hayatlarını kurtarabilme sevinci var. Doğru, biz, kuşatma altındaki Saraybosna’da savaş geçirenler, şehrimizi terk edip savaştan kaçanları sevmezdik. En azından bizlere silah doğrultanları sevmediğimiz kadar sevmezdik. Kuşatma altındaydık ve orada hayat mücadelesi veriyorduk. Hepimiz aynı durumdaydık ve birbirimizi anlıyorduk. Zor olmadığını söylemeyeceğim, zordu. Şehrin üstüne üç bin kadar ağır silah mermisi atıldığı günler vardı, ancak orada bir ilahi adalet vardı: hepimiz aynı koşullar altında yaşıyorduk. Bu yüzden birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Bize silah doğrultanları öteki, düşman, faşist, katil olarak algılıyorduk. Ancak, bizimle birlikte bulunan, akıbetimizi paylaşan, bizden olan birinin gidip şehri terk etmesi bize ağır geliyordu. Öyle durumlarda nüanslar görülmez, her şey ya siyah ya beyazdır, grinin tonları bombaların kaldırdığı tozda kaybolur. Kuşatma altındaki Saraybosna’yı terk edenleri hain görüyorduk, korkak desem az olur, hepimiz biraz korkuyorduk… sonra, sonra alıştık, korkuya da alıştık. Ecel gelmeden ölümün gelmeyeceğini anladık. Yanına bomba düşer, etrafın buğu içinde kalır, şarapneller üstündeki kıyafeti parçalar, sende en ufak bir çizik, en küçük bir kan damlası çıkmaz. Veya en sakin günde, en huzurlu anda öylece, öteye düşen bir bombanın küçücük şarapneli, en beklenmedik yerde birini öldürür. Gözünle görmesen inanamazsın, o derece.
İşte bizim mültecilerimiz arasında da iki grup vardı: işgal altındaki bölgelerden kaçarak hayatını kurtarabilmiş olanlar, bir de Bosna Hersek Ordusu’nun koruma altındaki (kuşatma altındakiler dahil) yerleri, arkadaş ve akrabalarını terk edenler. Birinci gruba empati hissediyorduk, ikincileri ise hain olarak algılıyorduk. (Her ne kadar yanlış olsa da, o zamanın hissiyatını aktarmak istiyorum.) Dünyamız, biz ve ötekilerden ibaretti. Detaylar, yıkımın tozları arasında kaybolmuştu.
Sokaklarımızda Doğu’dan gelen mültecilere bakarken, bizim Boşnakları düşünüyorum. Doğudan diyorum da, Afganistan’dan, Pakistan’dan, hatta Myanmar’dan gelenlerin yanında, tek tük Suriyeli (orda kimse kalmış mı?) yanında, güney batımızda Fas ve Cezayir’den gelenler var. Amerikalı mı olmuşum ki her Müslüman bana Doğulu görünüyor? Neyse, bu başka bir yazı konusu. Bazen (kasıtlı olarak) yüzeysel düşünmek lazım. Nüansları tanımamak. Aralarında savaştan kaçan, açlıktan kaçan, kanundan kaçan, kendinden kaçanlar da vardır muhakkak. Uluslararası kurum ve kuruluşlar Bosna Hersek’in bu mülteci dalgasıyla Avrupa’nın en büyük uyuşturucu güzergahına dönüşmüş olduğunu bildiriyor. Boşnak mültecileri düşünüyorum bir yandan, son bir buçuk yüzyıl içerisinde evlerini, topraklarını terk etmek zorunda kalan insanları. Yaşadıkları dramaları. Dünyanın en yüksek dağının kendi evinin kapısındaki eşik olduğu anlamındaki atasözümüzü.
Birkaç sene önce yakın bir arkadaşım bana bahçesinden meyve getirdi. Hersek’ten, Mostar yakınlarında Bijelo Polje’deki bahçesinden. Meyveden daha değerli, daha unutulmaz bahçesinin hikayesiydi. Bu bahçe, Şantiç’lerin mirası. İki veya üç erkek çocuk olan Şantiç’lerin bir de kız kardeşleri varmış. Balkan Savaşları döneminde miydi bilemiyorum, Müslüman köylerine yapılan saldırılara tahammül edemeyerek, hepsi Anadolu’ya göç etmeye karar vermiş. Gün, tarih, saat da belirlenmiş. Heybeler hazırlanmış, sadece tepedeki köye gelin giden kız kardeşlerinin gelmesini bekliyorlarmış. Enişte, çocukları, bir de kucaklarındaki bebekle gelecekler, hep beraber yola çıkacaklarmış. Hane halkı beklerken acıkmışlar ve yemek pişirip yemişler. Hareket saati yaklaştığından kız kardeşleri henüz ortada gözükmediği halde, heybelerini alıp yola çıkmışlar. Baba evinde tüten ocakta yemeği bırakmışlar, kardeşleri gelince yemeğini yiyip yola çıksın, yolda onlara yetişsin diye.
Bunlar henüz köyden çıkmadan, kız kardeşleri geliyor, yemeğini yiyerek evden çıkmaya hazırlanıyor. O sırada kundaktaki bebek öyle bir ateşlenip hastalanıyor ki, yola çıkamıyor. “Bebeğin ateşi düşsün, biz sabah çıkarız, Kara Dağın bir yerinde kardeşlerime yetişiriz” diye düşünerek bebeğiyle ilgileniyor genç kadın. Ertesi gün, bebek iyileşiyor, tam yola çıkmak için kapıyı açtıklarında Hersek bölgesinde şimdiye kadar görülmemiş insan boyunda kar yağdığını görüyorlar. Evin önüne bile çıkacak durum yokken, yollara düşemiyorlar. Podgorica’ya varmış erkek kardeşler bir yerden telgraf çekerek veya biriyle haber salarak Bar Limanında bekleyeceklerinin haberini ulaştırıyorlar. Fakat şiddetli kar yağışından dolayı kimse bulunduğu yerden kıpırdayamıyor. Bir sonraki haber: “Vapur bekleyemez, Selanik’te bekleriz…” Sonra, “İzmir’e doğru yola çıkıyoruz.” Son olarak da “Gelemezseniz, miras baba toprağı, sizin olsun” haberi geliyor. Bir daha da görüşemiyorlar. O bir çeyrek, bir yarım saat gecikme nedeniyle kardeşler bir daha birbirlerini görememiş. Torunları da. Torunlarının torunları da. Anadolu’ya gidenler Afyon Karahisar – Sandıklı’nın Alacami Köyüne yerleşmiş. Kız kardeşlerinin torunları Bosna Hersek’te kalmış. Kimi Mostar’da, kimi ise Saraybosna’da… Kuşaktan kuşağa miras kalan bu hikaye ve Sevdalinka şarkılarını söyleme yeteneğiyle yaşamaya devam ediyorlar. Amra’nın getirdiği meyveleri görünce, bu hikaye hep aklıma geliyor. Hatta, narları görünce… Annesi Türkiye’ye gelip yerleşmiş bu Şantiç’lerden olan bir arkadaşım Bosna’ya geldiğinde Amra ile görüşmek istemiş, ama Mustafa geldiğinde, Amra bir kongre nedeniyle yurtdışında olduğundan dolayı görüşemediler. İnşallah bir gün buluşurlar.
Geçen hafta Amra’nın bahçesinden getirdiği narlara bakıyorum. Tabağın üstüne dağılmış nar taneleri… Kim bilir Saraybosna sokaklarında sürünen mültecilerin dedelerinden miras kalan bahçelerindeki meyveler hangi hikayeleri saklıyor… Kim bilir nerde ve ne zaman, kimin tarafından bu hikayeler yazılacak… Hiç öğrenilecek mi? Yoksa bunlara sadece sayı olarak, istatistik olarak bakmaya devam etmek, daha kolay mı olacak?