Bir travma sonrası stres bozukluğu: Savaş ve oyun

Bosna Savaşı sırasında genç bir kadındım. Yeni evli, bir Bosna Hersek askerinin eşi. Ordumuzun mensupları benim kuşağımdı. Okul, üniversite arkadaşlarım. Arada bir oturup sohbet ettiğim kişiler. Benden büyük arkadaşlarımın eşleri. Arkadaşlarımın kardeşleri, ağabeyleri, sevdikleri… Etrafımdaki kızların savaştan sonra bir daha âşık olmamalarının, evlenememelerinin müsebbipleri. Hurilerin kucağına koşup dünyadaki sevdiklerini terk eden, annelerini ağlatan, evlatlarını bir-iki hatıra fotoğrafıyla bırakanlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, her bir savaş beni o günlere götürüyor. O günlerde kendimi hatırlarken, sevip sevmediklerimi, sinir olduklarımı, canımı acıtanları hatırlarken, elan savaş yaşayan birinin canını acıtmamaya gayret ediyorum. Gayriihtiyari olabilir, iyi niyetle olabilir. Akıbet birinin gönlünün kırılması, birinin canının acıtılması ise, niyetim ne olursa olsun aynamda da kendimde de izi ömür boyu silinmez yara açar.

Yirmi altı-yirmi yedi yaşında genç, idealist bir kadınım. Bu ülke benim, bu vatan benim, evimi, eşimi, vatanımı terk etmemeye kararlıyım. Savaş alanından kaçan, erkek olsun kadın olsun benim için aynı. Ordumuzun kontrolü altındaki bölgelerden kaçmış olanlarla bir daha arkadaş olmamaya kararlıyım. Ulusu, dini, cinsiyeti ne olursa olsun. Öz kardeşim bile olsa, hayır, affetmem. İş icabı olursa konuşurum. Fakat arkadaşlık, dostluk diye bir şey olmaz. Diasporada yaşayıp çalışanlara da dönmedikleri için kızıyorum. İlla ki eline silah alacak değil, fakat sevdikleriyle beraber olacak. Hayır, sıcacık odalarından, pencerelerinde camları olan evlerinden, dopdolu buzdolapları olan mutfaklarından, elektrikleri kesilmeyen ev ve ofislerinden, çeşme suları akan banyolarından beni hatırlamaları, bana destek sözleri göndermelerini riya olarak görüyordum. Sussan bari… Bir şey demesen daha iyi olurdu. Ben ve sen aynı değiliz. Sen benim hissettiklerimi hissedemezsin. Ben senin hissettiklerini ise hiç merak etmiyorum. Gitmişsin, şimdi vicdanını temizlemek için bana “dayan” diye mesaj gönderiyorsun. Gitmişsin de bana “yanındayım” diyorsun. Vicdanın gusül abdestini gerektirdiğinde sen nehrin kenarında durup teyemmüm alıyorsun. Yanımda olmak isteseydin, kalırdın ülkemizde. Vatanımızda. Ne bileyim, savaşmak zorunda değilsin, ama buradaki varlığınla bizimle olduğunu gösteriyorsun. Başka türlü olmaz diyorum.

Haris var, tiyatro yönetmeni. Kendisi pist üzerinden koşarak geri dönmüşse, cephede işe yaramazsa bile, bilgisiyle, şöhretiyle, tiyatro gösterileriyle bu kuşatma altındaki bizlere destektir. Çalıştığı yeri, maaşını, sıcak evini ve dolu marketleri terk edip memleketine dönmüş. Başka bir yere ait olmadığını gösteriyor. Annemin arabasından çıkardığımız, bir uçaksavar mermisiyle yarısı kesilmiş aküye bağlanmış radyodan falan yerde Bosna için yürüyüşlerin yapıldığını duyduğumda da kendimi çok boş hissediyordum. Millet bir araya, meydana çıkmış, gösteri yapmış da bize ne faydası var? Savaş ve barış hakkında karar verenlerin umurunda da değiller. Sadece hayatlarından birkaç saat kayıp. İşlerinden, eşlerinden, evlatlarından birkaç saat uzak kalmalarından başka ne var? Toplanıyorlarmış, hem de bizim için toplanıyorlarmış. Bizim için toplananlar şehrin etrafındaki siperlerde, su ve ekmek kuyruklarında, şehrin mezarlıklarında toplanmış. Bizim için toplananlar hastanelerde, okullarda, müzakerelerde toplanmış. Diğerleri kendileri için, boş zamanlarını öldürmek için, vicdanlarını temizlemek için toplanmış olsa gerek. Yok, belki de günaha giriyorum. Ne yapacaklar? Sırtında bir damla su taşıyan karınca misali, bir iplikle Yusuf’u satın almak için köle pazarına gelen ihtiyar kadın misali, onlar da taraflarını göstermek için, isteklerini belirtmek için toplanmışlar. Büyük şirketler, güçlü partiler, herhangi bir menfaat güden sivil toplum örgütleri iyi niyetli insanların yürüyüşünü, mitingini kendi reklam kampanyasıymışçasına tescilli marka olarak kendilerine yazdırıncaya kadar.

Pencere başında, naylon folyoya başını yaslamış oğlunun, eşinin, kardeşinin cepheden dönüşünü bekleyen kadının endişelerini, şüphelerini, huzursuzluklarını dindirebilir mi bu yürüyüşler, mitingler, seslenişler? Hastane kapısında, evin içinde, elinde bir poşet odun taşıyarak sokakta yürüyen bir kadın, bir erkeğin dalgın bakışına ışık verebilir mi? İş yerinde de yatakta da mutfakta da sokakta da nerede olursam olayım, kendimi başımı pencere camı yerine yapıştırılmış naylon folyoya yaslamış buluyorum. Dilim başka bir şey anlatıyor, ellerim başka bir şey yapıyor, ayaklarım yürüyor. Fakat ben, o dalgın bakışla bekliyorum eşimin, komşularımın, arkadaşlarımın dönüşünü. Sağ olduklarının duymasını. Haberlerini duymasını. Savaşın bitmesini. Dışardan gelen herhangi bir ses, bana fazla oluyor. Bir fısıldamakta olduğum dualar teselli ediyor. Dalgın ve boş bakışımı sadece benim gibi bakan anlayabiliyor.

Hayatını yaşama oyununu oynuyoruz. Birbirimizi üzmemek için. Bak, güçlüyüm. Her gün işe gidiyorum. Her gün çarşıya gidiyorum. Her gün -sanki pazarda yiyecek bir şey bulurum- pazara uğruyorum. Sanki param var. Tiyatroya da konsere de gidiyorum. Normal hayat oyunu. Taklidi. Hatırlarsınız, çocukken okul oynardık, evcilik oynardık, doktor oynardık. Evcilik oyununda çamurdan (veya varlıklı çocuklar oyun hamurundan) börek, ekmek, pasta yapardık. Misafirleri ağırlayıp kahve (fincanlara doldurulmuş su) veya çay ikram eder, oyuncak bebeklerimizi ayaklarımızda sallayarak uyuturduk. Mama istemediklerinde sinirleniyorduk. Tren raylarını kurup uzun yolculuklara çıkıyorduk. Elektrikli “otoban” kurup ciddi araba yarışlarına katılıyorduk. Doktorculukta ise doktor iken ciddiyetle hastalarımızı muayene ediyorduk, hasta rolünde iken var ciddiyetle boğazdan, ateşin yükselmesinden, mide bulantısından şikayet ediyorduk. Okulculukta da öğretmen olarak da öğrenci olarak da fazlasıyla ağırlık, fazlasıyla ciddiyet gösteriyorduk. Her şeyin gerçek olduğuna inanıyorduk. Oyun olsa bile, bu ilk tecrübelerimizi ciddiye alıyorduk. Bu ciddiyet sadece biz oyun içindekilere aitti. Büyüklerden kimi bizimle alay ediyor, kimi kahkaha atıyor, kimi oyunumuzu anlıyormuş gibi bıyık altından gülerek soru ve yorumlarıyla biz oyun içindekileri imtihan ediyordu. Oyunun içinde biz varız, dışındakiler öteki. Oyunu anlayamazlar. Oyunumuzu, o anda olup bitenleri anlayamazlar.

Büyüdük ve savaş oldu. Askerler arasında bir savaş kuralları, savaş hukuku olduğu gibi, siviller arasında da var. Sevenleri üzmemek, yılmamak, sevenlerin yılmamasına sebep olmamak gibi. Dik durmak gibi. Sevenleri üzmemek, düşmanları sevindirmemek için. İnadına. Oyun oynamayı biliyoruz. İlk tecrübelerimizden. Ciddiyetle, ağırlıkla kabul etmeyi de biliyoruz. Az kalsın kendimiz de oyunumuzun gerçek olduğuna inanırız. Bir de feryat koparmamak için. Çünkü feryat en iyileri üzer. Eksikliklerini hissettiğimiz, dünya gözüyle bir daha göremeyeceğimiz, biz görmesek de yaşıyor olduklarına inandığımız toplumun, kuşağımızın en güzel insanları… Bu feryat arşı sarsar. Yut de devam et, dik dur, normal hayatçılık oyununu oyna. Kimse anlamasın. Kimse yorum yapmasın. Biz oynuyoruz, yorumlar da yoruyor. Biz sadece dünya gözü ile bir daha göremeyeceğimiz iyilerle yarıda bırakılmış cümleleri, duyguları bitirip paylaşmak için hak kazanmak istiyoruz. Biz sadece, hâlâ, pencere başında dikilip bekliyoruz. Gerçekte şu an pencerelerimizin çerçevelerinde camlar duruyor, fakat bize dışardaki dünya buğulu, naylon folyodan bakıyormuşuz gibi gözüküyor. Pencere kirli deyin, dışarda sis var deyin, akşam akşam bakıyorsun deyin. Sadece ağladığımı söylemeyin. Yarıda bırakılmış cümleleri bir daha tamamlamayız ağlarsak.

Bu sefer bir dostumuzun, bir oğlumuzun, bir kardeşimizin sağ salim Afrin’den dönmesini bekliyoruz. Her şeyin bir an önce bitmesini. Ağlamıyorum, bak…