Bir oda ne kadar genişleyebilir?

Çoğumuzun yaşadığı bir tecrübe bu: Çocukluğumuzun büyüleyici mekânlarını yıllar sonra gördüğümüzde hayal kırıklığına uğrarız. Birkaç adımda alırız kapısına kadar olan mesafeyi, oysa çıkmakla tükenmez bir yokuş sanıyorduk. Kenarından elma ağacına uzanmaya çalıştığım balkon böylesine çerik çürük bir tahta yığını mıymış? Uyumaya çalışırken uçsuz bucaksız hayallerime sahne olan tavanı bu kadar basık mıydı arka odanın? Geceleri cinli perili bir mahzene benzettiğim mutfak yorgun argın bir dehlizi andırıyor şimdi; nasıl da korkarmışım adım atmaya! Gömme dolap bu kadar dar, sofa karanlık, merdiven basamakları alçak mıydı? İşte hem uyuduğum hem ders çalıştığım oda. Pencerelerin önünde boydan boya tahta bir sedir, kapının yanındaki oyukta küçük bir kütüphane vardı. O taklaları nerede atarmışım? Biz beş kardeş bu evin hangi odalarında saklambaç oynar, birbirimizi arar bulurmuşuz? Aşağı, bodruma iniyorum. Orası hem kömürlük hem depo, hem bodrum hem fırın, aynı zamanda bir tiyatro sahnesi. Fırının şimdi isli bir çukuru andıran ağzında gerçekleştirirdi ağabeyim karton figürleri olan gölge oyunlarını; mahalle çocukları olarak hayranlıkla izlerdik. Ve oturma odasındaki kuzine soba da gece karanlığında artan homurtusu, deliklerinden fışkıran ateşin yalazlarıyla masallara özgü bir atmosferi ayağımıza sermiyor muydu?

Mimaride “tektonik” kavramıyla izah edilebilir bir gelişmeye açıklığı vardı çocukluğumun evinin. Çok geniş değildi, ama geçişleri ve kademeleriyle öyle olduğu hissi uyandırıyordu. Eşikleri, iç basamakları, kilerindeki aynı zamanda bir tür sergi yeri olarak tasarlandığı belli olan yüksek ve geniş sedir, bunların yanı sıra alçak pencerelerinin sunduğu bahçe manzarası, ferahlama açıları sunuyordu.

Tektonik, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Alman mimarlık düşüncesinden yayılan bir söylemin adı. Kavramın kökeninde inşa etmek, bina etmek gibi fiiller var. Kabaca, bir nesneyi meydana getiren temel fiziksel bileşenler ve bunların uyumu olarak da tanımlanabilir. Mimari fiziksel varlığın yanı sıra, ölçülmesi ve sınıflandırılması kolay olmayan estetik bir varoluşun metafizik boyutunu da hesaba katmakla mükellef bir sanat, bir teknik. Söz konusu varoluşu mümkün kılan unsurlar yere ve zamana göre geniş bir çeşitlilik gösterir. Bir araya gelişleri kurcalamak ve anlamlandırmak için kestirme bir yol sunar tektonik yöntemler. Taşıyıcı sistemin binanın estetik varoluşuyla iç içe girmesi ve mekanın yaşantıyla yeniden yorumlanması, çözülemez hale gelen şiirsel bir inşaatın sürmesi anlamına gelir. Mekanla ilişkili incelikli tecrübeler, fiziksel yapının özellikleriyle kaynaşarak anlamlı bir bütün oluşturur.

Çocukluğumun evi kış aylarında bile bir ayağıyla bahçedeydi. Misafir odasının penceresinden dikkatli bir atlayışla bahçeye geçebilirdiniz. Tahta sedire çıkıp pencereden bakmıştım: Uçsuz bucaksız bahçe nasıl olmuş da daralmıştı öyle; kaldı ki ağaçları seyrelmiş, etrafını çevreleyen gül ağaçlarına da kıran girmiş olmalıydı. Kışın en karlı günlerinde kızaklarla indiğimiz tepeyi birileri kazıyıp düzleştirmiş miydi?

Çok ev değiştirdim, farklı şehir ve ülkelerde sayısız evde yaşadım. Şimdi “yuva” denildiğinde aklıma gelen yine de orta halli bir kasabada kaybolup giden Rum evi. Hatırladığımda, sonraki yıllarda kasabayı ziyaretlerimde hayal kırıklığı yaşattığı haliyle değil, çocukluk algılarımla canlanıyor gözlerimin önünde. Barthes, her mimarın yeniden yapmayı denediği “Adem’in Kulübesi”nden söz ediyor, “Nasıl Birlikte Yaşanır”da.

Üç beş yılda bir gördüğüm çocukluğumun evini her görüşümde aynı şaşkınlığı yaşıyordum; güzel hatıralarımı güzelleştiren beşikten vazgeçmek istemediğim için olsa gerek. Sonra birden yok oldu yüz yıllık bir tarihe sahip Rum evi. Yerine ev sahiplerinin oğullarından biri için İspanyol mimarisi üslubunda bir villa dikildi.

“Gökten daha geniştir insanın beyni” diye yazmıştı, “agorafobik” olduğu bilinen şair Emily Dickinson. Bir kalp, bir muhayyile, aşkla dolu bir gönül, daracık bir mekanı ne kadar ferah kılabilir? Beri taraftan zamanında benliğimizin bir parçası haline gelen mekanı ayrılıp giderken kısmen de olsa yanımızda taşımaz mıyız?

Bu yıl “En iyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar kazanan “Oda” (The Room, Lenny Abrahamson) filmi, çocuk bakışlarının mekânı masalla yeniden kurma yeteneği üzerine ilginç ayrıntılar içeriyor. Genç bir kızı bir bahçenin ortasında bulunan bir kulübeye kapatıyor psikopat bir adam ve tutsak bir cariye olmaya mahkûm ediyor; rastlanmayan bir hikaye değil. Bir yıl sonra hamile kalıyor genç kız ve sonraki beş yıl boyunca bütün uğraşı, dünyaya getirdiği bebeği olabildiğince sağlıklı büyütme çabası haline geliyor. Arada sırada yiyecek torbalarıyla kapıdan dalan hoyrat adamdan korumak da bu çabanın bir parçası. Çocuk televizyon ekranında gördüğü dünyanın bütün unsurlarını bir hayal eseri olarak öğreniyor annesinden, zaten kendisini umursamayan adam ise sakınılması gereken kötü, yabancı bir mahluk. Seyirci olarak çocuğun gözüyle görüyoruz, annesinin bütün dünya olarak öğrettiği odayı; öyle ki, uçsuz bucaksızmış gibi geliyor. Atlayıp zıplıyor, kitap okuyor, banyo yapıp televizyon izliyor, yemek yiyorlar; bu nasıl da geniş bir oda! Elbette çocuğun bakışını zenginleştiren ayrıntılar dikkatimizden kaçmıyor: Duvarlara asılı notlar, asılı her şey, küçük kilim ve sadece asgari ihtiyaçlara dönük, ortalıkta olmayan eşyalar bir ferahlık oluşturuyor. Yönetmenin kamera oyunları da kuşkusuz bu ferahlık izlenimini güçlendiren bir etki uyandırıyor.

Bir hayli zor bir sürecin ardından odadan kurtulmayı başarıyor anne ve oğul. Dış dünyaya uyum sağlama süresinin ardından kulübeyle yüzleşme faslı geliyor. Elbette küçük, kirli, dar ve boğucu bir hücre, beş yıl boyunca yaşadığı oda; olsun, ne çıkar… Hayatını normal bir çocuk gibi sürdürmek için ilk yıllarının büyülü beşiğini dağıtması gerekmiyor, zamanla olgular birbirini destekleyip geliştirecek şekilde yerli yerine oturacak; tektonik mimari misali… Bu uyumlu bütüne ilişkin sezgiyi kazanmasında annesinin kurgularının payı büyük.
Mimarın tasarımında eksik kalıp yamulanı, mekanda gezinenin muhayyilesi doğrultur. Mekânı kendi bakışımızla doğrultmada elimizden tutuyor ilk masalların büyüsü; aslında aşk da korunmuş büyünün saflığıyla mümkün bir var etme yeteneği değil midir?