Benim eski alışkanlığımdır; ne zaman bir harita görsem, eğer ortam müsaitse, bütün dikkatimi ona yöneltirim. Çeşit çeşit haritalar vardır: Bir şehre, bir ülkeye, kıtalara ya da dünyaya ait olanlar; tarihi ve coğrafi olanlar; fiziki ve siyasi olanlar. Aslında bütün haritalar, insanoğlunun yeryüzünü fethettiğinin, onu isimlendirdiğinin, kayıt altına aldığının birer belgesi gibidir. Haritaların altında, sağ ya da sol köşeye iliştirilmiş tılsımlı bir kelime de oturur, ölçek. Ölçek, dünyanın kavranabilir bir küçüklükte resmedilmesini mümkün hale getirir. Öyle ki, parmağınızı haritanın bir ucuna koyduğunuzda, saniyeler içinde öbür ucuna kadar götürebilirsiniz. Pek çokları bunu yaparken, gerçek mekânda yıllarca sürecek bir yolculuğu kısacık bir zamanda yapıp bitirdiğinin farkına varmaz bile. Oysa hareket eden parmağımızın altında gemilerin aylarca yol aldığı denizler, dağcılara haftalarca direnen zirveler, trafiği sıkışmış şehirler, coğrafyanın şurasına burasına dağılmış kasabalar, uçsuz bucaksız ovalar vardır. Ve tam o anda milyarlarca insan bu çizgilerin, noktaların temsil ettiği yerlerde tıpkı karıncalar gibi kaynaşıp durmaktadır. Harita, hayalsiz bir gözle karşılaştığında ona bütün pencerelerini kapatır. Kişi bazı karalar ve bazı sulardan başka bir şey göremez onda…
Benim gibi kumaşı yolda biçilmiş olanlar için harita planlanmış bir dünyanın krokisi olmaktan daha fazlasıdır. Şu tarihi haritalar mesela; göz eski uygarlıkların renkler ve sınırlarla ayrılmış zeminine bir kez takılmaya görsün! İşte şurada Tivoli’den Roma’ya doğru yol alan kraliyet ordusunun tozu yüzünden göz gözü görmemektedir; işte doğuda yeni bir İngiliz heyeti Göğün Vekili ile görüşebilmek için Çin kıyılarında aylardır müjdeli bir haber beklemektedir; İpek yolunda yüklü bir kervan bir hana yanaşmaktadır; bir akıncı birliği Macaristan ovasından rüzgâr gibi geçmektedir. Tarih haritaları gönlü sürekli bir krallıktan diğerine kayan kararsız bir kadına da benzer; yüzünü hangi yöne çevirse, birden ordular harekete geçer, sınırlar, şehirler el değiştirir. Daha ağırı, bu haritalar her biri yalnızca geriye bıraktığı isimler ve bazı eserlerle hatırlanan ölü uygarlıklara bekçilik etmekle de cezalandırılmışlardır. Kartaca’yı gösterdikleri yerde artık Kartaca yoktur; Babil, ebediyen uykuya çekilmiş bir noktadan ibarettir. İnsan bir tarih haritasına bakınca, insanlığın siyasi bir kurmacalar yığını olduğunu düşünmeden edemez. Orada tarihin kendisinden başka düşmeyen bir kale yoktur…
Bazı yerleri yeşil, bazı yerleri kahverengi, bazı yerleri de ikisi arasında kararsız duran şu coğrafi haritalar tarihi olanlarından çok mu farklı sanki! Öyle bütün bir atlasın üzerindeki boyaları kaldırmaya gerek yok. Kendinize küçücük bir nokta seçip, iğne ucuyla kazıdığınızda birden devasa bir tabiat tünelinin açıldığını görürüsünüz. Haritada incecik bir çizgi olarak görünüp kaybolan koca bir ırmak çıkar karşınıza mesela, yalnızca onun kıyısında yürümeye kalksanız haftalarınızı, aylarınızı gözden çıkarmanız gerekir. Sadece bir ırmak mı? Ya şu irili ufaklı sayısız tepeden oluşan, zirvesi sisler içinde kalmış dağa ne demeli? Durduğunuz yerden hiç bir yaylasını göremezsiniz, yamaçlarındaki ormanlar hiç içine girmediğiniz bir başka canlılar dünyasının uğultusunu taşır kulaklarınıza. Orada bir başka düzen, bir başka düzenin yasaları vardır. Yapraklar zamanı geldiğinde sararmakta, bazı hayvanlar bazı hayvanları ağlarına düşürmekte, bazı bitkiler yeşerip kurumakta, kuşlar vakti geldiğinde şu ölü haritanın bir başka bölgesine doğru göçe çıkmaktadır. Coğrafya haritasına kalp gözüyle bakan biri, bir turna sürüsünün soğuk rüzgârları arkasına alarak uzak bir yere doğru kanat çırptığını görebilir pekâlâ. Üstelik hiçbir işaret konulmamış gökyüzünde, üstelik güzergâhlarını şaşırmadan…
Elbette bizi en çok şehirler cezbeder! Bir gün görmeyi çok arzuladığımız, göremeyeceğimiz için eseflendiğimiz ne çok yer vardır haritalarda. Hepsi de zamanımıza aittir. Duvarlardaki atlaslara bakarken gözümüz birinden diğerine kayar; mesela şurada aşağılarda bir yerde duran Sidney, mesela şurada hemen yakınımızdaki Üsküp. İçimizden bir ses, bütün bir hayatımız boyunca dolaşmaya kalksak bile, dünyanın şehirlerinden çok azını görebileceğimizi fısıldar. Belki de bu yüzden, şehirleri gösteren güncel haritalar özgür ruhumuzun mezarlığına benzerler. Tuna kıyılarında bizi kimsenin bilmediği, tanımadığı bir hayat sürer gider; Kurtuba’da bir kafede oturanların bizden haberi yoktur; Meksika kırlarındaki can sıkıntısının aradığı arkadaş biz değilizdir. Yine de şehirleri gösteren haritalara bakarken, içimizden bir başka ses şuraya buraya dağılmakta olan ruhumuzu toplamak için şöyle seslenir: Bunca kederlenmenin bir anlamı yok. Sen temsilleri çoğaltılıp dünyaya dağıtılmış bir “öz”sün. Her yerde aynı rahimden doğuyor, aynı ölümden ölüyorsun. Gidemediğin, gidip göremediğin için kederlendiğin ne kadar yer, ne kadar insan varsa, gelip seni göremediği için kederlenen o kadar insan var ötelerde. Sen, senden başkasını düşünüyor değilsin…