Liseye başladığımda, Arapça ders kitabımdan ilk öğrendiğim cümle ‘Bana bir harf öğretenin kölesi olurum’ cümlesiydi. Evet, Saraybosna’nın en eski lisesi Prva gimnazija’da bir sınıfta Latince, Yunanca, Arapça, Türkçe olmak üzere “klasik diller” öğretiliyordu.
Klasik derken, anlaşılır ki modern Yunanca, Arapça veya Türkiye Türkçesi söz konusu değildi, tam klasik dil temelleri okunuyordu. Hocamız da Osmanlı Türkçesine pek hâkim değildi, kendisi üniversiteli iken üç sömestr kadar Osmanlı Türkçesi verilirmiş. Tarih ve Doğu dilleri mezunu olan hocamız Arapçaya daha çok hâkimdi.
Yani klasik dilleri öğrenmek Saraybosna’nın, lisemizin bir geleneğiydi. Yugoslavya’da tek bir lisede, o lisenin tek bir sınıfında. Kadim kültürlerin, kadim medeniyetlerin temelleri de veriliyordu bu dil eğitimi içerisinde. Ve benim için Arapçadan öğrendiğim o ilk cümle bu ait olduğum İslam Medeniyetinin önemli bir ilkesiydi.
İlkokulda tabi, aileden getirdiğim edebe göre, ahlaka göre, büyüklere, öğretmenlere saygı göstermek zorunlu bir şeydi. Yani hiç düşünmediğiniz, hiç tartışmadığınız bir kaide. Nedenini sorarsanız, işte öyle olmalı, arkası yok. ‘Saygısızlık gösterirseniz çarpar’ diye korkuyorsunuz. Yani namaza abdestsiz durmak gibi bir şey! Hiç denemek bile istemediğiniz, eliniz, diliniz, ne bileyim boynunuz tutulur, burnunuz büyür, ağzınız kafanızın arkanıza döner gibi korkular.
Saygı denilen şey, sadece derse gelip uslu dinlemekten ibaret değildi. Ödevi bildiğin en iyi şekilde yapmak, ders sırasında ilgili olmak, kopya çekmemek, her gün derse hazırlıklı gelmek gibi kurallardan ibaretti. Aksine, görülmedik bir ceza, görülmedik bir musîbet başına gelebilir. Ebeveynler hiç karışmaz bu cezaya, kendiliğinden gelir, sonra, cezaya toplum da, sınıf arkadaşları da, ebeveynler de katkıda bulunur. O kadar ağır. Tam da direnmeye başlayacağım yaşa geldiğimde baştaki cümle zaptetmişti beni. Bu da bir medeniyet kuralı, hatta bunun ötesinde bir din gereği. Madem, son vahiyde Allah’tan insanoğluna gelen ilk emir ‘oku’ydu!
Ait olduğum medeniyet bunun üzerinde inşa edildi, benim de bu ilkeye sahip çıkmamın hayati önemi var. Derse, testlere, imtihanlara hazırlıksız gelmek bizim için oruç bozmak, domuz eti yemek gibi bir günahtı.
Ya kopya çekmek?
Bir kere bir sınavda kopya çekmeye karar verdim. Marksizm dersiydi, kendi kendime buna fetva verdim. İmtihan arifesinde o kopya kâğıtları hazırlıyordum, küçücük sarılı kağıtlar, Kapital’dan alıntılar, Marksizm’in temelleri…
Neyse, o kâğıtları güzelce giydiklerimin altına yerleştirdim, yaz mevsimi bir tarafa, en azından on kitap içeriğinin yazılı kâğıtlara da sarılmışım, her hareketimle bir hışıltı çıkartıyorum… Sıralara oturuyoruz, imtihan soruları verilir, Allah’ım… Hangi kâğıdın nerde olduğunu biliyorum, fakat ona ulaşmak büyük bir dert. İçini okumak (çok küçük harflerle yazılmış ki) bin bir meşakkat…
Kopya çekmekten vazgeçmişim, kopyaları hazırlarken kafamda kalanlardan istifade ettim, bir şey yazabilirdim. Ama asıl işkence o sıcakta her tarafımı sıkan kopya kâğıtları. Bir daha denemedim. Hocalara olan saygıdan olduğu kadar öz saygımdan da.
Yıllar sonra sınıfın öteki tarafına geçtiğimde öğrencilerimin hakkını vermeye çalışıyordum. Karşı tarafın, öğretmenin de derse hazırlıklı, bilgilerle donatımlı olarak öğrencilerine saygı göstermesi medeniyetimizin, dinimizin ilkesi olarak kabul ettim. Bunun aksine bir şey yapsam, çarpar. Çarpmasa da rezil olurum. Ötesi, daha kötüsü yok.
İşte o zamanlarda üniversitemizde başarısız bir öğrencimin Orta Asya ülkelerinin birine gittiğinden sonra bir yıl içerisinde kendi ülkesinden getirdiği diploma denkliği ile geri döndüğünde, bir hayal kırıklığına uğradım.
Bunu birine açtım, şaşkınlığımı da, hayal kırıklığımı da… ‘Bırak ya, çocuk iyi Müslüman!’ diye cevabını aldım. Benim bildiğim İslam anlayışına, Müslümanlara yakışmaz! Daha sonra özel okullar, özel üniversiteler ortaya çıkmaya başladı. Hani falan yerde filan çalışıyor, mesleğini biliyor da diplomaya ihtiyacı var. İşsiz kalmasın, çoluk çocuğu var. Hediyelik notlar falan, katlanmak istemedim. Madem mesleğini biliyor, bunu imtihanda göstersin.
Belki de acımasızım. Ancak bu hediyelik notlar, hediyelik diplomalar emeği sarf ederek ders çalışanlara, derslere devam edenlere karşı haksızlık değil mi? Haksızlığın içinde payımın olmasını istemem.
Bu arada kenarda köşede özel okul ve üniversiteler hızlı diploma fabrikasına dönüşmüş. Parayı ver, diploman düdüklü tenceresinden çıkar mîsali. Düşük maaş, kitaplar makaleler için artık alınmayan telif ücretleri, hatta belli başlı yerlerde makalenin yayınlatması için ücret ödeme zorunluluğu bahane bulan hocaların bir kısmı özel üniversitelerde de part-time olarak çalışmaya başlamış.
Devlet üniversitesinde sınıfta bıraktığı öğrenciyi başka bir üniversitede, aynı derste, aynı sınavda geçirir. Biz buna ‘rüşvet’ deriz, ancak ‘serbest piyasa’ dedikleri bir şey… Biz ‘rüşvet’ deriz, ‘namussuzluk’ deriz, ‘fitne’ deriz, ‘haram’ biliriz.
Birkaç gün önce bir araştırmacı medya tarafından bu satılık diploma ile ilgili bilgiler açıklandı. On yedi gün içinde hemşire diploması alınırmış. Diplomayı çalışarak kazananlara da, devlet okullarında çalışan öğretmenlere, bu satılık diploma ile çalışanların hizmetine mağdur kalacak olanlara haksızlık.
Bir iki hafta önce Türkiye’de bir üniversite araştırma görevlisi, öğrencisini kopya çektiği için uyarması sebebiyle öldürüldü. Gönlüme ağır bir yük olarak düşen bu haberin altından hâlâ kalkamıyorum. Hadise herhangi bir yerde olmuş olsaydı üzülürdüm. Fakat İslam Medeniyetine sahip çıkan bir toplumda, din ve medeniyet gereği eğitime, eğitim görevlilerine saygı göstermekle yükümlü bir toplumda böyle bir gelişme beni ciddi bir şekilde sarstı. Çocuklarımıza her türlü imkân vererek, iyilik yapmak niyetiyle zulüm mü yapıyoruz?
İslam kılıfıyla gezip içimizi boş mu bırakıyoruz?
Yeni nesil ebeveynler çocuklarına öğretmenin her zaman haklı olduğunu söylemezler. Hatta kendileri gidip öğretmenlerle tartışırlar. Ana okuldan üniversiteye kadar geçerli. “Oğlumun/kızımın diploması olsun” derler. “İyi bir iş yeri, maaşı yüksek olsun” derler. “Hakkı ile not alsın, çok iyi ders çalışsın, eğitimi olsun, mesleğini öğrensin, işini en güzel yapsın” diyenler nereye gittiler?
“Çocuğumun çıraklık yapacağı en iyi usta bulayım, mesleğini yanında öğrensin, gündüzü gecesine karışsın, çeksin, ama iyi öğrensin, yaptığı iş ne ise en iyisi olsun, getirdiği her kuruş, az da olsa helâl olsun” diyenleri özlüyorum… Bana bir harf öğretenin kölesi olurum diyenleri… Fabrika ayarlarını…