Yıllık iznimi yıllardır Türkiye’de değerlen-dirmeye çalışıyorum. Türkiye’nin otelden çıkmak hariç her şey dahil veya Sultanahmet Meydanı/Ayasofya/ Kapalıçarşı gezisini kapsayan İstanbul turundan ibaret olmadığını anlatıp duruyoruz çevremize. En yakın arkadaşlarımız bizimle gelip, “Bizim Türkiye’miz”i görmeye karar veriyorlar. Herhangi bir kan bağım yok Türkiye ile yanlış anlaşılmasın, ne akrabam var ne de ecdadım buradan gelmiş. Kültürümüzde aşk için temel şartlardan biri kan bağının olmaması. Akraba evlilikleri kültürümüzde yoktur. En azından dokuz kuşakta kan bağının olmaması. Kimi bir kişiye aşık olur, kimi kitaplara, kimi mimariye, kimi ise siyasete, kimi paraya pula, kimi de evlatlara. Ülkeye de aşık olunur, neden olmasın? Bu aşk, maşukun her şeyini olduğu gibi sevmeni, kabul etmeni, desteklemeni gerektiriyor. Mizacından yapısına her şeyi. Bir ülkeye aşık olmak dilinden edebiyatına, mimarisinden mutfağına, megalopolisinden en ücra köyüne, insanından taşlarına, hayvanlarından bitki örtüsüne her şeye aşık olmanı dahil ediyor. Allah’tan, eşim de bu aşkta ortağım. Bu sefer tatilde iken dostlarla arkadaşlarla görüşmeye fırsat bulamadık. Yanımızda gelen arkadaşlara aşkımız olan Türkiye’mizin bir parçasını tattırmak istedik. Yine de burada iken kendimi bir gurbetçi olarak hissediyorum. Yıl boyu memleketimde, ülkemde çalıştıktan sonra buraya gönlümün kaldığı mekanları görmeye geliyoruz.
Doğru, bizim Bosna’lılar arasında gurbetçilerin sayısı özellikle son savaştan sonra artmıştı. Bakıyorum, ülkemize geldiklerinde artık aksanlı bir Bosnaca konuşuyorlar, çocukları çoğu zaman ana dillerini doğru dürüst bilmiyor, bizim simalar kendi aralarında Almanca, İşveççe konuşuyorlar. Ebeveynleri ise bir taraftan ana dillerini aksanlı konuşuyor, bir taraftan da gurbete gittikleri dili yetersiz, aksanlı konuşuyorlar. Torunlar dede ve nineleriyle “nasılsın” “yemek yer misin” gibi basit iletişimin ötesine geçemiyorlar. Ne orda ne de burdalar. Çoğu iddia ettiği gibi yıl boyunca çalışarak memlekette kalan akrabalara birkaç Euro gönderiyorlar. Yazın geldiklerinde ise, evlatlardan gelen üç beş kuruşu kenara bırakmış anneler, teyzeler, yengeler bol miktarda erzak satın alır, mangallar yakılır, kuzular çevirilir, börekler yapılır. Memlekette kalanlar da “üstümde kalmasın” derler. Gurbetten yıllık iznine gelenler memleketlerinde dişlerini yaptırır (Avrupa ülkelerinde fiyatlar birkaç kat yüksek), saçlarını boyatırlar. Bir haftalığına Adriatik kenarına giderler, bir daha memlekete dönüp, akraba, eş dostla vedalaşana kadar gitme zamanları geliyor. On bir aydan fazla çalışarak zihinlerinde kaçış yapıyorlar: bir sonraki tatili nasıl geçireceklerini hayal ediyorlar. Üst kesimden gurbetçiler ise tatillerini memlekette harcamak istemiyor. Uzak Doğu gezileri, kışın Afrika gezileri, Fransa veya İspanya’nın lüks tatil yerleri varken… Yakınlarıyla Skype’ler üzerinden görüşüp annelerin hasretini gideriyorlar. Paranın bolluğu oranında memleket hasreti azalıyor galiba.
Ülkeler arasında parçalanmış insanları düşünüyorum. Daima gurbette olanları. Fakir Doğu ülkelerinden, Afrika’dan Avrupa’ya dalga dalga giden mültecileri. Bunların hasretleri ne kadar büyük olacak. Akibetleri ne olacak, nasıl olacak? Türkiye’deyken kendimi bir aşk gurbetçisi hissediyorum. Gönlümün bir parçası burada, bir parçası ise Bosna’mda. Evim, sevdiğim işim, annem, ablam, dostlarım. Her iki taraf da bütünüyle sevdiğim ülke. Bir anda iki yerde olmanın ne kadar na-mümkün olduğunu fark ediyorum. Burada ikamet edenler beni gurbetçi olarak görüyorlar mı? Eşimin tek tük söylediği Türkçe kelimeleri düşünüyorum. Yanımdaki dostlarıma ne gururlanarak aşkımı, maşukumu, Türkiye’mi gösterdiğimi… Sanki bu ülke ile hava atıyorum (neyim var ki hava atayım), bir çocuk gibiyim: ha, baksana neyim var! Sonra kendimi tutmaya çalışıyorum, yine de bir heyecana kapılıyorum… Bak, sadece burda bu ot bitiyor, ne kadar lezzetli. Buranın balığı, oranın eti, şuranın kahvesi, biberi… Bak şu Osmanlı mirası, bu da Selçuklulardan kalma, orası Roma’dan, Bizans’tan, burası ise Hititlerden… Baksana neyim var? Dört deniz, sayısız göl… Ormanlar, nehirler, bozkırlar… Edebiyattan tut, bir başladım mı eşim yavaş yavaş masanın altından o meşhur ayak hareketiyle uyarıyor: Kaçırma milleti Allah aşkına… Bu da yetmezmiş, yollarıyla, yol kenarında dinlenme tesislerindeki tuvaletleriyle bile övünüyormuşum… Aşk biraz da delilik ister. Fakat bu aşk sadece deliliklerimden ibaret değil, delilleri de var.
Kimi sevgilinin gözlerine aşık olur, kimi yüzüne, kimi de gönlüne. Benim sevgilimin kalbi Konya. Kalbi diyorum, çünkü doğrudan kalbe hitap ediyor. Mevlana Türbesi’nin karşısında bir dükkana uğruyoruz. “Nerelisiniz” sorusuna cevap verdiğimizde, dükkan sahibi bizi çaya davet ediyor. Evine, yemeğe de davet ediyor. Saraybosna’dayken umre zevkini yaşadığını anlatıyor. Ahmet Bey. Ahmet ağbey desem daha makul olur. Çay eşliğinde güzel sohbet… Arkadaşlarımın Türkçesi olmasa da anlaşıyoruz. Hazreti Mevlana’nın komşusu çünkü.
Mevlana ziyareti esnasında, tam türbesinden çıkarken iki sakallı genç türbenin içinde, sandukalardan bir kepenkle ayrılmış bölümde namaz kılanları eleştiriyor. “Bunlar namaz kılıyorlar da Allah’a değil, puta tapıyorlar…” diyerek dünyanın farklı yerlerinden ziyarete, Allah’a kulluk yaparak dünyaya miras bırakmış büyük zatlara selam vermeye gelenleri putperestlikle suçluyorlar. Etraftakilerden ses çıkacak mı diye bekliyorum. Erkekler, amcalar duymazlıktan geliyor. Tahammül edemeyip, sakallı yargıçlardan açıklama istiyorum. Onları uyarmaya çalışıyorum. Belki bir “kadın” olmamın sebebiyle benimle tartışmak bile istememişler. Olsun, gitsin. Bunlar da Türkiye’min bir parçası. Her bir hamle ile seküler olduklarını ispatlatmaya çalışanlar da. “Dur artık sana laiklik belgesini vereyim, yorma kendini ve etrafındakileri” diyesim geliyor birilerine. Onlar da Türkiye.
Bugünlerde Saraybosna kalabalık olacak. Saraybosna Film Festivali başlıyor. Şimdilik Saraybosna’nın Kalbi fahri ödülüne Nuri Bilge Ceylan layık görülmüş. Sevindim. Gururlandım. Ben ne yaptım ki gururlanayım… İşte, Türk yönetmeni, filimleri baştan sonuna kadar ezberimde… Bir taraftan iyi bir yönetmen olduğu için, bir taraftan da Türk yapımı olduğu için sevindim.
Gerçi, geçen seneden ağzımda tuzsuz bir tat kaldı: Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminin galası Saraybosna’daydı. Ne yazık ki Buğday’ın kat kat anlamlarını anlamak için jüridekilerin bilgisi sınırsız, seyircilerin çoğu filmin yüzey tabakasını bile anlayamamış. Bizim Muyo gibi, buranın Temeli gibi anlayınca alkışlayacaklar Semih Kaplanoğlu’nun Buğdayı’nı.
Her gelişimde bu ülkeye ne kadar aşık olduğumu, her gidişimde ne kadar hasret çektiğimi tekrardan anlıyorum… Ve yine gurbetçileri, mültecileri, bu dünyayı gurbet bilenleri düşünüyorum.