Şehirde bir ya da birkaç mevsim geçirdikten sonra yolunu kırlara, ormanlara ya da dağ yamaçlarına düşürenler tuhaf bir huzur hissederler. Bu huzurda doluluktan, gürültüden, hızdan ve telaştan hiç değilse bir süreliğine kurtulmuş olmanın elbette payı vardır. Üstümüzde sanki görünmez kurşun bir kaplama varmış da onu çıkarıp atmışız gibi rahatlarız. Ama tabiatta bizi huzurlu hissettiren bir başka şey daha vardır: Yalınlık. Orada bütün bitkiler ve hayvanlar kendileri olarak yaşar ve ölürler. Bir meşe ağacı bir meşe ağacıdır, daha gür görünmek için hiçbir çabaya girmez. Başaklar da öyledir, kaç taneleri varsa onu verirler. Irmaklar sıcak yaz günlerinde şişinmeye kalkmaz, baharda ise gereksiz yere mütevazı davranmazlar; tabiatın ritmine ayak uydururlar. Bitkiler ve hayvanlar için, “işte en doğal hali bu” gibi bir cümle de kurmayız. Doğallıklarının dereceleri yoktur çünkü neyseler odurlar. Tabiat göründüğü gibi olandır; güzelliğiyle oynanmamış, şiddeti planlanmamış, dengesinin ayarı hesaba kurban gitmemiştir. Tabiatın tabii hali bize sadece huzur vermez, kendisinden emin olmamızı da telkin eder. Öylesine dürüsttür ki, bir kış günü aç kurtla karşılaştığımızda başımıza ne geleceğini asla saklamaz. Tabiat yalındır ve siyaset yapmayı sevmez…
Okuduğumuz bazı şiirler, düğüne giderken aşırı süslenmiş bir taşra kızına benzer. Bütün o süslemelerin, abartılı benzetmelerin ve renklerin altındaki yalın duyguyu bir türlü yakalayamayız. Böyle bir duygu var mıdır, ondan da şüphe etmek gerekir. Çünkü şair, duyguları şişirmekte öylesine abartıya kaçmıştır ki ortada duygu da kalmamıştır. Şu düğüne giden taşralı kızı bir daha hayal edelim. Hep söylendiği gibi, bulup buluşturmuş takıp takıştırmıştır. Belli ki bir günlüğüne de olsa şöyle bir kendini göstermek derdindedir. Ve aslında bütün o takıların, ağırlığını artırmak yerine kendisini hafiflettiğinin farkındadır. Erkekler için de bu böyledir. Süs, bir vücudun taşıyabileceği sınırları aştığında, hemen çevrenin ilgisini çeker. Bu ilgi de hafiftir. Sağlam şiirlerle sağlam insanların ortak yanı, her ikisinin de yalın olmaktaki ısrarıdır. Japonlar yalın ve dürüsttürler, Japon haiku şiirleri de öğle. Şair, yaprağın üstündeki çiy tanesini orada öylece durduğu gibi anlatmaya can atar. Onu anlatabilmek için gereksiz benzetmelere girmez. Tanıyabildiğimiz kadarıyla bu, Japonların günlük hayattaki tavrıdır. İyi sanat yalındır ve yersiz süslemelerle güzelliği örselemez…
Bilgeler de yalındır. Hatta bilgeliklerini, on yıllar boyunca bilginin etrafındaki süsü kazıyarak elde etmişlerdir. Onları anlamak için, onlar gibi olmayan ama dünyanın her yerinde çokça rastlanan bilgi uzmanlarını gözümüzün önüne getirmek gerekir. Tabiatın sırlarından bahsedenler, şifalı bitkilerden bahsedenler, bir ideolojinin erdemlerinden bahsedenler ve her türden bahsediciler bir sözcük panayırı kurmuş gibidirler. Etkileyici olsun diye onlar da beden dillerine ve kuşamlarına pek dikkat ederler. Papazların, tanrının adamıymış gibi görünmek için harcadıkları enerji bıkkınlık vericidir. Ballandırarak anlattıkları mucizeler, tütsülü ritüeller, yüzlerinde sanki yontularak inşa edilmiş yumuşaklık insanı işkillendirir. Bütün bu bilim, din ve tabiat adamlarının dillerinde, beden hareketlerinde yalınlıktan uzak bir yan vardır. Bunun böyle olduğunu da eğer bulabilirsek bir bilgenin karşısına oturduğumuzda anlarız. Onda her şey tıpkı tabiatta, tıpkı iyi bir şiirde olduğu gibidir. Bakışlarında, eşyanın beyhudeliğini kavramış olmanın berraklığı vardır. Bu yüzden, görmeleri gerekenden ne fazlasını ne de azını görürler. Bilgelik, bilgileri attıktan sonra geride kalan yalınlıktır ve kalabalıklardan uzakta oturur…
Dünya da bazen yalın olmak ister. Çünkü zaman içinde süslerini, benzetmelerini, siyasetlerini taşıyamaz hale gelir. Peygamberler, uygarlaştıkça süse, benzetmeye ve siyasete batan Âdemoğlu’nu yalınlaştırmak için ne çok çabalamışlardır. Kalbin üstündeki dünya yükünü kaldırmadan yalınlaşmak, yalınlaşmadan dünyaya berrak bir gözle bakmak, dünyaya berrak bir gözle bakmadan hakikati hissetmek nasıl mümkün olabilir ki? Eski Yunancada ‘hakikat’ , “işte orada ışıyan, zaten ortada olan” anlamına geliyordu. İnsan yalın bakamadığı için, karmaşık bir akılla burnunun ucunda bulunanı aramaya çıkıyordu. Arayış elbette güzeldir. Ama çoğu, süslü kelimelerin, emlaklerin, zevkli kent meydanlarının bir yerinde, neyi aradığını ebediyen unutmuş olarak kayboluyordu. Kentler ve uygarlıklar biraz da bu dünya lehine kaybolanların şatafatlı mirasıdır. Basit ve yalın olanın acımasız şiddetiyle yüzleşmek yerine, hep daha karmaşık bir yola girildi. Ama gün geliyor yataklarını geri alan ırmaklar gibi dünya da üstündekileri bir selle uzaklaştırıp yalın haline geri dönüyor. O sel savaştır. Yeryüzü, süslü uygarlıkları çoğunlukla savaşla hizaya getirir; onun en yalın ve bilge hali büyük harpler esnasındadır. Sanatın, bilimin ve inançların savaş zamanlarında tazelenmesinin sebebi, yine o yalınlıktır. Ama unutmayalım ki savaş ve katliam aynı şey değildir!