Balkanlar’da Türk dizi furyası başladığında ortaya çıkan fıkralardan biri şuydu:
Soru: Türkler Balkanlar’dan çekilirken ne demişler?
Cevap: Dizi dizi geri geliriz.
Neyse, ister Araplar, İranlılar, ister Türkler söz konusu olsun, bu İslam dünyasındaki millet ve kültürlerin üzerinde bir dincilik yükü var. Dizi kahramanları evin içinde ayakkabı ile geziyorlar “Aa, bu olur mu, gerçekten evlerde ayakkabı ile geziyorlar mı? Hani, bizde Müslüman kültürü tesiriyle gayr-ı Müslim evlerde bile ayakkabılar çıkarılıyor, bu ne? Dizilerin onlarca bölümünde bir adamın namaz kıldığını, ailenin iftar sofrasına oturduğunu görmedik ki? Sadece odacı temizlikçi kesim mi dua ediyor? Kadınlar bu kadar mı içki içiyorlar ya? Hele de şarap marap olsa, hani zarif bir kadehte bir yemek yanında elitizmin ifadesi olarak bir şarap olsa… Yok ya canım bunlar doğrudan rakıya saldırıyor” gibi soru ve yorumlarla karşı karşıya geliyordum. Orası muhafazakâr bir toplum olsa gerek, şimdi bu dizilerin gösterdiği nedir ya? Ciğer ile kedi misali… Eh, eski zamanları gösteren dizilerde ibadet eden, örtülü, sakallı kahramanlar var, bu başka. O dönemde kalmış. Hatta sadece yaşlı fakir kesim ibadet etmez, en üst makamlardakiler bile, komutanlar, vezirler, sultanlar bile ibadet ediyorlar.
Bizim dönemimizi anlatan dizilerde başarılı bir iş adamı, yakışıklı, zengin, makamı olan bunlarla pek ilgilenmeye vakit bulamaz ki. Cenaze törenleri hariç. Güneş gözlükleriyle, siyah elbiseleriyle… Hatunlar da cenaze namazına katılır. Sarıklı imam önlerinde. Evlerde de Mevlit. O kadar. Dinciymişiz çünkü. Dizilerimizde de belli oluyor.
Şimdi düşünüyorum, acaba biz de Avrupalılar, Amerikalılar gibi biraz seküler olaydık. Mesela, sofra başındaki medeni kahramanlarımız yemek duasını okusalar… Hayır, sadece o fakir yer sofrasına oturan karnını iki lokma ekmek ile doyuran işçi ailesi değil, villadakiler, en pahalı altın veya gümüş yaldızlı el işi yemek takımlarından yemek yiyip gümüş çatallarını bırakıp ellerini yemek duasına kaldıracak kahramanlar olsa. Prada çantasını caminin kenarına atıp namaza duracak güzel bir hatun görünse… Mutlu sonun habercisi dini nikâh bir camide kılınsa, nikâhı kıydıran imam da beyaz sakallı cübbeli bir ayağı çukurda amca değil de yakışıklı, manken gibi bir imam olsa, yurtdışından gelen misafirlere de akıcı ve aksansız bir İngilizce ile hitap etse, vaazı cehennem tehditleri dolu değil de İlahi aşkın ile beşeri aşk arasında bağlantı üzerine verse…
Polisiyede en önemli komiser, hani o her türlü cinayeti çözen, her türlü adaletsizlikten, hırstan, kötülükten uzak, kötülerin hepsini içeriye atan fedakâr polis çok etkilendiği, çok duygulandığı anlarda bir camiye, bir türbeye, bir tekkeye gitse de orda bir tutam güç bulup işine geri dönse… Derim. O kadarcık seküler olaydık… Veya polisiye dizilerimizde, polislerin yalnız başına çözemediği cinayetleri çözmeye bir mahalle imamı yardımda bulunsa. Kerametlerle değil,
-bunların faydasının artık azaldığını anladık, hele de sahte imamların, şeyhlerin sahte kerametleri, haftada bir Peygamber’le toplanmalarının sahte olduğu belli- temiz gönüllü, insanlar arasında saygın, insanların mizacını çok iyi bilen ve açık zekâsıyla, gerçekçi kişiliğiyle masumları korumaya, suçluları bulmaya yardım eden… Paralel bir sistemde değil, sistemin içinde, hukuk devletin içinde çalışarak yardımda bulunsa… Sebep ve sonuç arasındaki bağ kurmayı bilse bu imam. Yakışıklı, genç, güzel giyinmiş olsa… Fakir mahalle çocuklarına sahip çıkan imamlardan… Kreş parası olmayan ebeveynlerin çocuklarıyla top oynayan, Hazreti Peygamberimizi sevdiren genç bir imam. 195 boyuyla basket oynadığında herkesi hayran bırakanlardan. Çocuklar, gençler ahlakı da, ihsanı da, imanı da, İslamiyet’i de ondan öğrensin. Bu çocukları evdeki sofraya davet etsin… Evindeki hatun asık suratlı biri olmasın, güzel ve bakımlı olsun, yaşam geçim sıkıntısından şikâyet etmesin bir de. Geçim sıkıntısına şikâyet etmeye gerek olmasın. Ağlamasın, inançlı, başarılı, topluma yararlı bir insan olmasıyla gurur duysun, Müslüman, mümin, muhsin olma mutluluğunu herkesle paylaşsın. Doktor olsun mesela. Tak diye teşhis koyabilen bir doktor. Uzman. Başındaki örtüsü iyi bir uzman, prestij bir meslek sahibi olmayı engellemesin. Paraya düşkün olamaz bu bizimki. Aksine, helal kazandığı maldan cömertçe dağıtsın ihtiyaç sahiplerine. Hastasını gördüğünde vaazla, helal haram uyarılarıyla değil, içinden okuyacağı bir Besmele ile muayeneye başlasın. Sadece dudaklarının kımıldamasından belli olacak bir Besmele… Yeter, gerisini amelleri göstersin. Çözemediği bir hastalık olunca teşhisi rüyaya girmesin, sakın ha, gece yattığında çözüm arayışından gözüne rüya girmesin, kalksın, kitapları incelesin, sebep sonuç bağlantıları çerçevesinde doğru bir çözüm, bir teşhis, bir tedavi yöntemine gelsin…
Keramet kanatları beklerken, biz çamurumuzdan, bataklığımızdan bir adım öteye bile kımıldamıyoruz. Yavaş yavaş, çocuk adımlarıyla başlayarak yürümeye, koşuya geçelim. Hak edersek, Rahmet-i Rahman verirse, kanatlanırız da. O zamana kadar, keramet kanatlarını hak edinceye kadar – yürüyerek, çalışarak, emek vererek, okuyarak yürüyelim. Dizilerde bari. Gerçek hayatta örnek olacak dizilerde bir kahraman imajları, tipoloji değişsin. Sırf biz dincilere özgü bir şey olmasa da, seküler Avrupa ve Amerika dizilerine tanzir olsa bile. Yeter ki dinine bağlı kahraman geri zekâlı, fakir, sürekli geçim sıkıntısından şikâyetçi, sahte inançlı olmasın. Yeter ki dinine bağlı kahramanlar sadece geçmişte kalmasınlar. Bıktım. İnanç, dindarlık edebiyatımızdan bıktım. İnançlı bir kahramanın inancını bahsetmemesini arzu ediyorum. Yaşamasını, göstermesini. Söz söylemeden. Bilgisayarı konuşsun, tıbbı konuşsun, sanatı konuşsun, astronomiyi konuşsun. Başarılı olsun bir kere. İcra istiyorum. Dizilerde bari. Millet seküler olduğumuzu dese bile. Bize ne.
Kendiliğimize dizi dizi geri dönelim. Ayağa kalkalım diye.