Berbat yazı

Bir yandan kabak çekirdeği yiyor, öbür yandan hangi konuda yazmam gerektiğini düşünüyorum. Her konuda yazabilirim aslında; siyaset, futbol, din, sanat, mimari, kasabalar, kamyon şoförleri vs. Önümde yazılacak bunca konu varken, ben bunlardan herhangi birini seçmiyor ve herhangi biri üzerinde kalem oynatmaya yeltenmiyorum. Düşünme ve çiğ kabak çekirdeklerini birbiri ardınca çıtlatıp ayıklama işlemi devam ediyor. Özellikle çiğ olanını alıyorum, çünkü fırınlanmamış, tabiatıyla oynanmamış. Şifalı bitki uzmanlarından biri, izleme şansı bulduğum programlardan birinde, sunucu bayana üstüne basa basa söylemişti; “yiyecekseniz çiğ olanını yiyin efendim.” Oradan aklımda kalmış. Kuruyemişçiye gittiğimde, bir kavanozun üzerinde “çiğ kabak çekirdeği” yazısını görünce, hafızamın kuytu bir köşesine çekilmiş olan uzman uyarısı hemen kendisini hatırlattı. Esnafa, bana çiğ olanından veriniz, dedim; özellikle çiğ olanını istiyorum. Esnaf, meyve küreğini şeffaf kavanozun içine birkaç kere daldırdı ve çiğ kabak çekirdeklerini kese kâğıdına aktardı. Tartıya koyunca anladım ki elinin kararı oturmuş. Esnafın el kararı ile kese kâğıdı arasında, insanı bir başka zamana götüren tuhaf bir akrabalık hissettim nedense…

Bu yazı kese kâğıtları üzerine de olabilir pekâlâ. Şimdiye kadar neden bir kese kâğıdı sergisi açılmadı? Böyle bir serginin kültürümüze katkılarını tartışmayı bile gereksiz buluyorum. Türk Ticaret Tarihinin devirlerini şema üzerinde göstermek isteyen bir iktisat uzmanı, alışverişin uzunca bir dönemini “kese kâğıdı dönemi” adı altında inceleme zarureti duyacaktır. Bu zaruret, tabiat bilimci için de geçerlidir; o da “atıklar” meselesini ne zaman izaha yeltense, doğaya karışma konusunda en istekli nesnenin kese kâğıdı olduğunu teslim edecektir. Kültür araştırmacılarının vazifelerini yaparken bazı zorluklarla karşılaşabileceklerini kabul ediyorum. Çünkü bütün kese kâğıtları, kültürel nesneler olarak değerlendirilemez. Öyle değerlendirilmesi için, satılmamış ya da satıldıktan sonra bir biçimde toplanmış gazetelerden yapılmış olmaları gerekir. Ama malzemenin bu bir yarısı bile iştah kabartıcıdır. Araştırmanın başlığını söylerken nasıl bir heyecan duyduğumu tarif edemem: “Kese kâğıtlarında unutulmuş bir dünya.” Bu torbaları yapanlar haberin bütünlüğüne dikkat etmedikleri için, başlıkların ve yazıların önemli bir kısmı ya bir başka kese kâğıdında kalmış ya da mevcut kese kâğıdının içine kıvrılmıştır. Bu konu dikkate alınarak başlık şöyle değiştirilebilir: “Kese kâğıtlarında unutulmuş yarım bir dünya…”

“Yarım” kelimesi üzerine şimdiye kadar neden yeterince düşünmedim. Dahası, böyle bir kelime üzerine düşünmek için ille de kese kâğıtlarına mı ihtiyaç duymalıydım. Ya kese kâğıtlarını hiç hatırlamamış ve kese kâğıtlarının gazeteden yapılmış olanlarını aklıma getirmemiş olsaydım! Belki de “yarma” kelimesi ile “yarım” kelimesi arasında ses benzerliğini aşan bir akrabalık söz konusudur. Bakın tam bu noktada mecburen felsefe yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Bir nesnenin ve hatta bir öznenin “yarım” olabilmesi için bir “yarma” işlemine tabi tutulması gerekir. Bir şey yarılmadan nasıl yarım hale gelebilir ki? Kâinatın tam olarak yaratıldığını biliyoruz, tabiatın ve insanın da öyle. Öyleyse tabiat ve insan sürekli bir yarma işlemine tabi tutuluyor, sürekli yarımlaştırılıyoruz ve sürekli yarım hale gelenleri tamamına erdirmek için çırpınıp duruyoruz. İşte görüyorsunuz konu bir biçimde gelip eğitime dayandı. Bu noktada öğretmenlerin bir “yarma” işlemi mi yaptıkları yoksa “yarma” işleminden geçirilmiş öğrencilerin yarım yamalak akıllarını tamamlamaya mı çalıştıkları ayrı bir tartışma konusu. Unutmayalım lütfen: Tartışma da bir “yarma” işlemidir…

Çiğ kabak, kese kâğıtları ve yarma; yazdıklarım zincirleme bir kazaya benziyor. Oysa ben bunun gerçek bir kaza olmadığını biliyorum; biliyorum ki bu söz oyunlarını istediğim kadar uzatabilirim. Belki de uzatmalıyım. Çünkü kimse gerçek kazalarla ilgilenmiyor artık: Bugün bazı çocuklar yetiştirme yurtlarına yerleştirildiler, isimlerini bilmiyoruz hiç bilmeyeceğiz; bugün bazı kadınlar asker oğullarının öldüğü haberini aldılar, isimlerini bilmiyoruz hiç bilmeyeceğiz; bugün bazı patronlar bazı çalışanları işten çıkardılar, isimlerini bilmiyoruz hiç bilmeyeceğiz; bugün bazı babalar evlerine bile uğramadan ikinci işlerinin başına gittiler, isimlerini bilmiyoruz hiç bilmeyeceğiz; bugün bazı evlerde unutulmuş birilerinin ceset kokuları yayıldı apartman boşluklarını, isimlerini bilmiyoruz hiç bilmeyeceğiz. Sadece bilmezlikle de sınırlandırmayacağız kendimizi. Onların da kendilerini bilmemesi için ne gelirse elimizden, yapacağız. “Yarım” işlerimizi tamamlamak için onlara ihtiyacımız var. Şairler de artık halkın katında oturmuyor; ne kötü. İyi de nerede oturuyor şairler? Tarih, karnını acıyla doyurmaktan vaz mı geçti yoksa?