Benim ipek yüklü kervanım mı var

Yıllar önce sana yazdığım mektuplardan birine şöyle bir cümle de eklemiştim: “Dünyanın en büyük devrimcileri yeryüzüne tenezzül etmeyen insanlardır.” Kabul buyurursun ki gençken büyük sözler etmeye pek eğilimliyizdir. Oysa zaman, kabuğumuzu eşyayla kalınlaştırır ve bu sözlerin öcünü bizden fazlasıyla alır. Bir tek arsızlar, bütün uzuvlarıyla dünyaya yaslandıkları halde hâlâ fukaralar, gadre uğrayanlar ve düşmüşler için şov yapmaya devam ederler. Bunun da bir sebebi vardır elbet. Belki de tarihin en talihsiz dönemleri, varsılların yoksullar için çığlık attıkları dönemlerdir. Belli ki böyle yapmakla hem kendilerini gizlemekte hem de yoksulluğun o güzelim umudunu da alacak defterine kaydetmektedirler. Bu dönemler aynı zamanda sözün sahiciliğinin de büyük bir yara aldığı dönemlerdir. Kelimeler yıpranmış, cümleler sorumluluklarından kurtulmuş, bir Tarantino filminin herhangi bir sahnesi gibi, acı lirik bir kan panayırına dönüşmüştür. Cümleler tarihin yükünü taşımak yerine bir şenlik ateşinin zararsız çıralarına dönüştüğünde, etrafta serazat vicdan bayrakları dalgalanmaya başlar. Gözün bu bayrakları görebilecek kadar açıksa şundan emin olabilirsin: Vicdan da kâr etmeye başlamıştır…

Başa dönelim istersen. Ben “Dünyanın en büyük devrimcileri yeryüzüne tenezzül etmeyen insanlardır” cümlesini kurduğumda çok gençtim. Muhtemelen sen de benden ya biraz daha yaşlı ya da birkaç yaş küçüktün. O zamanlar tam takırdık ve dünyanın elimizden alabileceği pek bir şey yoktu. Öyleyse kavilleştiğimiz sözlerin bir sağlamasını yapma zamanı çoktan geldi. Eşyaya sahip olmayanların dünyaya karşı kudretli sözler söylemesinin en önemli sebeplerinden biri, ona sahip olma arzusudur. Sahip olmaya başladıklarında bir vakitler sıraladıkları cümleleri de kendi elleriyle tedavülden kaldırmaya başlarlar. Ancak, zaman inci boncukla kapılarını çaldığında, gülümseyerek dönüp içeriye gidenlere, hakkından ve hatta kabiliyetinden fazlasına tamah etmeyenlere güvenebiliriz. Ama böyleleri pek azdır; insanların neredeyse tamamına yakını o kapıyı ardına kadar açar ve şu emeksiz hediyelerin zaten hakları olduğunu düşünürler. Gözlerimizin çapağını alıp çevremize şöyle dikkatle bakmamızda yarar var. O kapıyı kapatarak içeri çekilen kaç kişi tanıyoruz ve biz onlardan birisi miyiz? Ya da içimizden kaç kişi gönül rahatlığıyla Karacaoğlan’ın şu dizesini günlerin ortasına serebilir: Benim ipek yüklü kervanım mı var?

Sen de biliyorsun ki “ipek yüklü bir kervan” insanın rotasını belirler. Yunan şair Ritsos, pek sevdiğim bir şiirinde bak ne diyor: “Ne garip – bütün bu değişmeler, bu kararsızlıklar, bu düzenleme dedikleri şeylerin arasında / Ölen her şeyin üstüne yalnızca o savunmasız, tasasız, inatçı ve eşsiz insan gövdesinin kalması / Bence tek güzellik bilgisizlik, tek erdem gençlik / Ama gençlik ne kadar sürer?” İnsan böyle dizeleri okuyunca, düzyazıya bir nokta koymak istiyor. Bir şiirin arkasından kendini tutamayan düzyazı, birbirinin gözlerine bakan âşıklardan birinin, gözler bir başka yöne çevrilince ötekine, “bana biraz borç verebilir misin?” demesine benziyor. Eğer Ritsos’sun şiirini yazımın sonuna denk getirmeyi başarabilseydim, bu kekre durumdan biraz olsun paçamı sıyırabilirdim. Başaramadım. Evet, bildiğin gibi “ipek yüklü kervan”ı olanlar, kervanları zarar görmesin diye sürekli yol değiştirmek zorunda kalırlar. Netameli durumlarda, yani iktidarların şu altıntopunun hangi kaleye gideceğinin henüz belli olmadığı anlarda da kendilerini hafakan basacak kadar sıkıntıya düşer ve her iki kaleye de hoş görünecek cümleler kurarlar. Ve hikâye daima Ritsos ustanın dizelerindeki gibi neticelenir: “Az önce kahraman diye alkışladıklarını da yakarlardı / Hiçbir anlamı kalmazdı defne yapraklarının…”

Karacaoğlan’ın bir tek dizesini andığım şiirinde bir başka dize daha vardır, bilirsin: “Üryan geldim gene üryan giderim.” Ne sen ne de ben, kendimizi, hayatında güzellerin gamzesinden ve serpme benlerinden başka sermayesi olmamış bir ozanın yerine koyacak kadar iddialı değiliz. Bazı dünyalıklar biriktirdik, bazı düşmanlıklar ilan ettik. “Harami var diye korku saldıklarında” durup durumumuzu şöyle bir gözden geçirme ihtiyacı duymamız normal. Aslında yukarıda kurduğum bütün cümlelerin amacı, sözü getirip iki kelimeye bağlamaktı: Emeğin güzelliği. İnsan, emeğiyle kazandığında ve emeğinin karşılığı olanı bir kenara koyduğunda, emeksiz kazanıp, emeksiz yükselenlerin oynak rotalarının mağduru olmaktan da kurtuluyor. Öyleyse gençken kendime pek güvenerek kurduğum cümleye, yılların öğrettiklerini de hesaba katarak bir cümle daha ekleyeyim: Emek dünyanın çivisidir. Son şiirlerimden birisinde şöyle demiştim: “Oysa yorgun bir erkektir buğday başaklarını Tanrı’ya inandıran.” Kervanımız ipek yüklü olmadığına göre, halimizi Allah’a havale edebiliriz…