Bir Ramazan’ı daha uğurluyoruz. Uğurladık hatta. Gözyaşlarıyla, dualarla, tövbelerle. İbadetlerle. Emmare nefsimizin kötülükleriyle. Şeytan mahpus, bağlı duruyor Ramazan’da. Bu ay içerisinde yaptığımız kötülükleri Melun’un hesabına yazdıramayız. Öz be öz özümüzün kötülükleri. Nefsimizin. Kırdığımız kalpler, gıybetler, iftiralar… İbretlik diye anlattıklarımız, duyduklarımız, dinleyip de dinlerken itiraz etmediğimiz. Hayır, şeytan kışkırtmadı, elleri kolları bağlıydı. Bu günahlar kötülüklere meyli olan nefsimizin ürünleri. İşte bunlarla yüzleşmek için, nefsimizi olduğu gibi görmek, hastalıklarımızı teşhis edip tedavi etmek için var gücümüzle mücadeleye girişmek için Ramazan önemli. Yalanı büyüklüğüne veya rengine göre değil; onun küçük, büyük, pembe, turuncu veya beyaz olduğunu iddia etmek değil, yalanın hakikat olmadığını, olamadığını itiraf edip onunla ilelebet vedalaşmak için mükemmel fırsat. İşte bu yüzden Ramazan rahmet ayı. Kendimize günahlarımızı itiraf ettiğimizde, onlardan içten pişman olduğumuzda, aynı bataklığa düşmemeye karar verdiğimizde rahmete de mağfirete de yaklaşıyoruz. Ramazan’da fıtratımızla karşı karşıyayız. Melekler yanımızda, iyilik ve kötülüklerimiz yazan melekler, bizim için dua edenler, bizimle birlikte dua edenler, farklı farklı görevleri yerine getirenler… Şeytan ise engelli bir ay içerisinde. Fırsat bu fırsat, ne kadar kullandık bilmiyorum. (Doğrusu sizi merak etmeye, inceleyip eleştirmeye niyetim yok, kendim o kadar kötülük yüklüyüm ki altından nasıl kalkacağımı bilmiyorum).
Yazmaya oturduğumda (ancak herkes yatınca, sakin bir ortamda yazmaya fırsat buluyorum) nefsimle yalnız kaldım. Yani, bir ben, bir de benden içeri olan bir ben. Ego ve alter-egom. Şimdi hangisi alter, hangisi ego, tartışmalı. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Baş başa kaldık, kulağıma fısıldayacak şeytan da yok, biraz cesaret topladım, hah, yüzleşme zamanı, fırsat bu fırsat.
Anlatayım size. Mesela, evde yaptığım iftarlarda ne kadar israflı davrandım, ne kadar yemek atıldı. Nefsim buna hemen cevap veriyor:
– A, sen evde kendin yaptın, malzemeleri kendi cebinden kazandığın paralardan satın aldın, bir de misafir ağırladın, abartma be… Yok canım nefsim, abartmıyorum, yaptıklarımı yapay fantezi örtüsü ile örtecek Öteki (buna Öteki diyebilirim, değil mi?) engellenmiş, biraz miyop biraz da astigmat olduğum halde yine de eşyaları gerçek hatlarıyla (ve haltlarıyla) görebiliyorum. Nefsim ağlamaklı bir sesle: Geç oradan, deli misin, işte bunca insan milletin, vakıfların, devletin parasını harcıyor, kurumsal veya toplu iftarlara, davetlere, merasimlere, şenliklere, şölenlere… Sen üç beş kişi için kendi imkânlarınla yaptığın yemek kalıntıları ile uğraşıp duruyorsun, bunlar da yüzlerce, binlerce kişinin lokmasından sorumlu.
– Alın teriyle (gerçi insan yazarken alnı terlemiyor, sadece ilhamın yokluğunda yazamadığı zaman, ama böyle derler n’apayım) kazandığıma doğru dürüst özen gösteremem, bununla bile kimlerin hakkına girdiğimi sorgulamak zorundayım, hele de bana imkân verilseydi, maazallah, ne kadar azıp kudurmuş olurdum, düşünemem bile.
– Yok, olmazdın, dürüstsün sen… Nefsime öyle güzel baktım gözlüklerimin altından, hani oğlumun küçüklüğünde korktuğu bakışım, ağızımdan ateş fışkırmaya başlamadan oluveren bakıştır bu…
– Sen beni ne sanıyorsun egocuğum, bir yere kadar bıraktım da, yeter artık. İşte sen bu seçmenin oylarıyla, tayinlerle, vakıf yönetim kurulu veya başka birinin kararıyla atanıp sorumluluk üstlenmiş insanları eleştiriyorsun, daha doğrusu kendimi değil de beni onları çekiştirip sorgulamaya kışkırtıyorsun, be hain! Hem de beni överek! Bana (alterime) yalakalık yapan bir tek sen varsın, bunların etrafında bir sürü: hayranları, sosyal medya takipçileri, menfaatperestleri, anadan doğma yalakalar, fırsatçılar, emrindeki ihale sonuçlarını bekleyenler, onları samimiyyetle seven eş dostları, anneleri, evlatları, hala ve teyzeleri… Uzatmayayım. Bunların imtihanları benimkinden yüz kat zor; ben bu ay içerisinde seninle baş başa kaldım, seninle bile baş edemiyorum doğru dürüst. Böyle bu hiçliğimle bir şeye yaramaz isem, bir makam sahibi sorumluluk sahibi olmuş olsaydım… mazaallah!
– Doğru, sorumlulukları da var, fakat imkânları da var. Yani, daha çok iyilik yapabiliyorlar. Mesela, bunlar hep önemli kişilerle bir aradalar, hep yetkililerle, hep imkânları olanlarla… İşte, bir iyilik yapacaklarına heba ediyorlar…
– Senin mi haddine nefsim canım?! Bunları mı bana kıskandırmaya çalışıyorsun? Sen benim hayatıma bak: Ağlamak istediğimde, rahatlıkla ağlayabilirim ben. Gülesim geldiğinde, deli gibi gülebiliyorum, gülüyorum. İstediğimi, düşündüğümü rahatlıkla yazabiliyorum. Siyaset veya makam gereği kimse ile aynı ortamda bulunmak zorunda değilim. Editörün siparişi üzerine hiç bir şey yazmak zorunda değilim. Patronun/şefin/bakanın emrine tabi olmak zorunda değilim. Kimseye taviz vermek zorunda değilim. Meclis grubu kararı/parti kararı diye hoşuma gitmeyen bir şeye oy vermek zorunda değilim. İstediğim gün istediğim insanlarla bir arada olabilirim. Kameralardan uzak, biz bize samimi olabiliriz.
– Bak ama senin tecrüben var, bilgin var, bunların seyahat edeceğine sen…
– Canım seyahat etmek istediğinde, sefer istediğinde elimi cebime sokup yorganıma göre ayağımı uzatıyorum. Ben de hep önemli, hayatta en önemli kişilerle bir aradayım. Kendime göre önemli olanlarla. Ailemle, sevdiklerimle, dostlarımla bir aradayım. Halimi olduğu gibi gösterebildiğim insanlar arasındayım. Sevdiğim kitapları okuyorum, ilgilendiğim eserlerle bir aradayım.
Nefsim de artık şaşkın şaşkın:
– Bunlar görev icabı mı fedakârlık gösteriyorlar, onu mu demek istiyorsun.
– Tabii ki, her zaman kamuoyuna gösterecekleri yüz maskesi hazır olmalı bunların. Kendi evinde eşi ile eski fotoğraflara bakacağına, evlatlarıyla oynayacağına, aralarında rakipleri, düşmanları, yalakaları, yerine gelmek isteyenleri, kem gözle bakanları, hatasını bekleyenleriyle oturup uzlaşmak zorunda. Kendi yuvasında güzel bir kitap okuyacağına, güzel bir film izleyeceğine sorumluluğu üstlendiği iş için karar vermek zorunda. Mesela eşiyle tartışası geliyor, ablasıyla dertleşmesi geliyor. Canı sıcak ev ekmeği üstüne sürülmüş tereyağı çekiyor… Hayır, görev daha önemli. Kızının ilk aşk gözyaşlarını sileceğine… Oğlunun ilk kötü not aldığında yanında olacağına… Kıskanmak yerine, kem gözle bakmak yerine bunlar için dua etmeliyim. Yapamadığımı, yapmak istemediğimi yapıyorlar, bir de eleştireyim. Bir de sorgulayayım… Toplumun iyiliği için elden geleni yapmak zorundayım. Kendi rahatlık köşesinden bir şey yapanlara çamur atmak çok kolay. Hem sorumlulukları fazla, hem de özel hayatları olmuyor. Para, yetki, güç, şöhret… Ne o? Öz çocuğun bir tebessümüyle, dostunun bir gözyaşıyla, ona vereceğin teselliyle, çılgınlıkların üstüne annenin kahkahasıyla kıyaslanmaz bile…
Bizim görevimiz sadece onları seçerken, doğru olanları seçmek. Bir sonraki seçimlere, bir sonraki kararımızı verme zamanına kadar işlerimizi dürüst, doğru olanlara havale etmek. Onları kıskanacağımıza, iftira atacağımıza, gıybet edeceğimize, eleştireceğimize onlar için dua etmek. Gerektiğinde onlara yardım etmek. Övgü veya eleştirilerle desteklemek. Vazifeni en iyi şekilde yaparak desteklemek. Toplumun iyiliği, devletin refahı için. Alnı ak, gönlü pak, gözü berrak, zekâsı parlak olanı seçmek. Seçtikten sonra dostum diye, akrabam diye ondan bir yardım, bir torpil, bir şahsi menfaat beklememek. Dürüstlüğünü desteklemek. Çünkü biz kendi rahatlığımızı seviyoruz.
Bayramınız rahatlık dolu, ferah olsun inşallah.