Belki de tarih büyük bir magazindir!

“Acaba,” diye geçirdim içimden; “Acaba ben bunca zamandır kendimi yeteri kadar terbiye edemedim mi?” Sabahın erken bir saatinde, vapurda, Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçerken sordum bu soruyu. Hiç sebep yokken, her gün indiğim Marmaray’ı değil, boğaz hatları vapurunu; yerin altında gideni değil, yerin üstünde gideni; hızlıyı değil, yavaşı; aceleciyi değil, nazlanarak yol alanı tercih etmiştim. Vapur nazlanarak yol alıyor, ben soluma bakıyor ve gözlerimi bir Kız Kulesine bir de yan hizamdaki iki adam tarafından okunmakta olan iki gazeteye kaydırıyordum. Ama gazetelerden birini; siyasetten, ekonomiden, yüce meselelerden bahsedeni hemen devre dışı bıraktım ve Kız Kulesi ile magazin gazetesi arasında gidip gelmeye başladım. Adamı rahatsız etmemek için, mahsus biraz Kız Kulesine bakıyor, sonra kendimi tutamıyor ve gazetenin sayfasına sol çaprazdan dâhil olmaya çalışıyordum. Tecrübe önemlidir; geçmişte ben de çokça bu tarz mağduriyetlere uğramış, göz tacizlerinden kurtulmak için değişik taktikler geliştirmiştim. Biraz dikkat kesilince hiç de rahatsızlık vermediğimi anladım ve gönül huzuruyla “silikon dudak” haberine odaklandım…

“Belki de,” diye geçirdim içimden; “Belki de ben bunca zaman kendimi terbiye ettim vehmiyle yaşadım ama hâlâ kendimi terbiye edebilmiş değilim.” Birinci adamın ciddi gazetesini değil ikinci adamın gayrı ciddi gazetesini tercih etmiş olmamın başka bir izahı yok. Hatta buna bir tercih bile demek mümkün değil; karar mekanizmam korkunç bir hızla ve karar verme zahmetine girmeden magazine yöneldi. Oysa birinci adamın gazetesinde ancak büyük uygarlıklar tarafından kurulabilecek büyük hayallerin haberleri verilmekteydi. Ve nice başka sözler. Mesela kaşla göz arasında gördüğüm bir manşette şöyle yazmaktaydı: “Haddi bildirildi.” Manşeti görür görmez kız kulesine döndüm; orada öylece bir başına duruyordu. Yüzyıllar, kahramanlarıyla birlikte geçip gitmiş, hikâyesi şekilden şekle girmiş, onu inşa eden gerçek sebep bütün gerçekler gibi zaman içinde manasını yitirmişti. Üstünden martılar uçuyor, yanından balıkçı motorları ve gemiler geçiyor, her iki yakadaki sayısız gözün görüş açısına girip sonra da kayboluyordu. Gözümü Kız Kulesinden ciddi olan değil, özellikle ciddi olmayan gazeteye döndürürken, kulenin üzerinden birkaç martı daha uçmaktaydı. Tam o anda nedense İsmet Özel’in bir şiirinin başlığı geldi aklıma: “Kız Kulesi Beyaz İken…”

“Muhtemelen,” diye geçirdim içimden; “Muhtemelen ben bunca zaman uğraşmış bulunmama rağmen kendimi istediğim ölçüde terbiye edemedim.” Dikkatimi ülkemin yüce ideallerini anlatan manşete değil de sahte bir estetikçinin yaptığı botokstan bahseden manşete yöneltmiş olmamın başka bir izahı yok. Sol cepheden bakıp görebildiğim bölük pürçük bilgilere bakılırsa bu sahte estetikçi aslında bir kuaförmüş ve meğerse bir zamanlar bir alışveriş merkezinden alkol aşırmaktan dolayı poliste sabıkası da varmış. Bu son faaliyetinde ismi dijital kayıtlara girilince, eski suçu da ayan beyan ortaya çıkıvermiş. Yine de bu haberlerin hiçbirisi, haberde kullanılan hanımın dudakları kadar kötü olamazdı. Henüz güzelleşmek için dudaklarını halkayla uzatan Afrikalı kadınlarınki kadar olmasa da bizim kahramanımız sahte botoksçu sayesinde epey yol almış görünüyordu. Sürekli tarihten, asaletten bahsedilen bir coğrafyada hâlâ sahte botoksçuların çıkmış olması ve onlar yüzünden gencecik hanımların acı çekmesi anlaşılır gibi değildi. Bir kez daha yüzümü denize döndüm; hâlâ karşı yakaya varmış değildik; ağaçlar arasından Sarayburnu’ndaki büyük sarayımızın kuleleri görünüyordu; kuleleri görünce, ciddi gazeteye değil magazin gazetesine yöneldiğim için kendimi daha da suçlu hissettim…

“Belli ki,” diye geçirdim içimden; “Belli ki ben aldığım tarih eğitimine, boş bulundukça yaptığım onca siyasi analize rağmen hâlâ ne zihinsel ne de ruhsal terbiyem konusunda istenilen seviyeye gelebilmiş değilim”. Asya’yla Avrupa’yı birbirine bağlayan dünyanın en önemli boğazından geçerken iki gazeteye kaçamak olarak göz atıyor ve hiç düşünmeden ikincisini, yani magazin haberi yapanı tercih ediyorum. Aslında içinde bulunduğum durum yalın bir şekilde şu soruyla özetlenebilir: “Tarih mi botoks mu?” Elbette bu sorunun tek bir cevabı var, aksi düşünülemez. Ve fakat soruyu sorduğum anda niyeyse Carlo M. Cipolla’nın ‘Neşeli Öyküler’i geldi aklıma. Tarihçimize göre Haçlı Seferleri’nin bir numaralı kışkırtıcısı Keşiş Pierre’in, bütün mümin Hıristiyanları doğuya sefere çağırmasının altında yatan sebep aslında karabiberdi. Saygıdeğer keşiş karabibersiz edemeyecek kadar bu baharata bağımlı birisiydi. Ama bir süredir ticaret durmuş, ağız tadı hepten bozulmuştu. Karabiber Avrupa’ya gelemiyorsa, pekâlâ Avrupa karabibere gidebilirdi. Keşiş Pierre hikâyesi büyük bir tarihe olan inançsızlığımı teyit ettiği için hemen zihnimin arkasına ittim onu. Çımacı geminin halatına düğüm atarken Galata Kulesine baktım ve hala iflah olmadığımı ikrar edercesine, ‘belki de tarih büyük bir magazindir’ diye geçirdim içimden…”

Not: Akif Emre’nin vefat haberini yazımı gönderdikten sonra, şehir dışındayken aldım. Merhuma rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.