Osmanlı Bürokrasisi, uzun bir süre şehirlerin güvenliği için profesyonel polis teşkilatı kurmamış, asayiş için ordu içerisinden belirli sürelerle askerler görevlendirmişti. Yeniçeri ocaklarında ayak hizmetleri yapan Karakullukçular, şehirlerde üç ayda bir; taşrada ise dokuz ayda bir değiştirilmek suretiyle bulundukları bölgelerin güvenliğini sağlamışlardı. Bunların maaşları görev yaptıkları yerlerden toplanıyordu. İstanbul’da ayrıca cebecibaşı, topçubaşı ve bostancıbaşı gibi üst rütbeli görevliler de bazı bölgelerin güvenliğini sağlıyordu. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra İstanbul’un asayişi, yeni kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin en büyük kumandanı olan seraskere bırakıldı (1826). Bu tarihten sonra çeşitli bölgelere kolluk kuvvetleri yerleştirildi ve yavaş yavaş modern polis teşkilatına geçiş süreci başladı. Daha evvel kışlalarda kalan asayiş görevlileri, 1831 yılından itibaren inşa edilmeye başlanan karakollarda (karakolhane) görevlendirildi. 1846 yılında kurulan Zaptiye Müşiriyeti 1879’da nezarete dönüştürülmüş, karakollarda görev yapan polisler de bu nezaretin emri altında çalışmışlardı.
Eski polisler, yakaları iki parmak eninde ve kapalı olan, koyu lacivert kumaştan yapılma bir elbise giyerdi. Apolet ve kollarda yeşil beyaz bükme kordondan işaretleri vardı. Başlarına askerî püsküllü bir fes, ayaklarına da çizme giyerlerdi. Düz polisler kasatura ve tabanca taşırken, komiserlerde kılıç bulunurdu. Karakolların önüne mutlaka nöbetçi kulübeleri yapılır ve nöbetçi neferler her daim tetikte beklerdi. Mahalle muhtarları ve bekçileri ile sürekli iletişim halinde olan polisler; semtin sabıkalılarını tanır, onları daima göz hapsinde tutardı. Hatta zaman zaman genel ahlaka mugayir işlerin görüldüğü haneleri de mahalleliyle birlikte basardı.
Polislerin geneli çekirdekten yetişmekteydi. Küçük bir kısmı da gönüllü eğitimcilerin nezaretinde öğrenim görüyordu. Ancak İkinci Meşrutiyet’ten (1908) sonra bir zihniyet değişikliği olmuş, polislerin eğitimi için mektepler açılmıştı (daha evvel Batının baskısıyla Selanik’te bir polis okulu açılmıştı). Bu arada kıyafetler de değişmiş, memurlar artık boz renk ve kırmızı zırhlı elbiseler ile kalpaklar giymeye başlamışlardı. Polisler askerlerin işlediği suçlara karışmaz, onları tevkif edemezdi. Böyle bir durumda sadece askeri inzibat görevlileri devreye girmekteydi. Bu inzibatların amirlerine “Kanun Çavuşları” deniyordu. Bunlar boyunlarında üzerinde kanun yazılı hilal şeklinde levhalarla dolaşır, suç işleyen askerleri tutuklardı.
Karakolların en meşhuru ve korkuncu Beşiktaş Karakoluydu. Sultan II. Abdülhamid devrinde Hasan Paşa’nın emrinde bulunan karakol, saray bölgesinin asayişine bakmaktaydı. İddialara göre Hasan Paşa’nın okuma yazması yoktu. İmzasını Arapça yedi ve sekiz rakamlarını birleştirerek attığı için adı Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya çıkmıştı. Paşa çok dirayetli, disiplinli, sert bir mizaca sahipti. Sarayı basmaya kalkan Ali Suavi ve arkadaşlarının hepsini etkisiz hale getirmesiyle iyice meşhur olmuş, karakolunu geniş teşkilatıyla mutlak bir otorite içerisinde yönetmişti. O devirde Beşiktaş Karakoluna (namı diğer Hasan Paşa Karakolu) düşenlerin arkasından acıyarak “Vay haline, Allah yardımcısı olsun” deniyordu.
Bekir Ağa’nın eline düşmek
İstanbul Üniversitesi merkez kampüsünün içerisinde yer alan ve bugün Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak kullanılan tarihi bina, bir zamanların ünlü tevkifhanesi Bekirağa Bölüğü idi. Burası sadece askerlerin değil, aynı zamanda devrin en ünlü politikacılarının da tutuklu kaldığı, yatanlara ecel terleri döktüren bir zindandı. Resmi adı İstanbul Muhafızlığı Dairesi iken halk arasında Bekirağa Bölüğü olarak ünlenen bu hapishane, ismini ilk müdür ve kumandanı olan Bekir Ağa’dan almıştı. Askerlik hayatı boyunca savaşlarda gösterdiği yararlılıklar nedeniyle hızla terfi eden ve binbaşılığa kadar yükselen Bekirağa, sinirli ve otoriter yapısı bilindiği için Harbiye Nezareti tarafından askeri hapishane müdürlüğüne tayin edilmişti. Bekirağa bu hapishaneye gönderilen ne kadar belalı, kabadayı, zorba, isyankâr ruhlu asker varsa rütbesine bakmadan hepsiyle korkmadan uğraşmış, çoğunu ıslah etmeyi başararak şöhret sahibi olmuştu. Aşırı disiplini karşısında tüm tutukluları muma çevirerek sarayın, hatta padişahın dahi itibar ve takdirini kazanmış olan ağanın karşısında sadece nazırlar değil, sadrazamlar bile -belki bir gün Bekirağa Bölüğüne düşerim korkusuyla- esas duruşa geçmeye başlamışlardı.
Yaklaşık yarım yüzyıl hizmet veren bu hapishane, II. Abdülhamid’in en gözde vezirlerinden, İttihat ve Terakki üyelerine kadar devrin en önemli asker ve devlet adamlarına zindan olmuştu. 1912 yılında partizanlık yaptığı gerekçesiyle tutuklananlar arasında bulunan eski valilerden, aynı zamanda büyük edip Süleyman Nazif’in, Divan-ı Harbi Örfî kumandanına yazdığı özel mektup, hapishanenin durumunu anlamak açısından hayli ilginç. Mektubunda şöyle diyor merhum:
“Sabahtan beri Allah’ın rahmeti addolunan yağmur, koğuşumuz içinde seller teşkil etmektedir. Şehremini, koleranın iştidad etmiş olduğunu bilbeyan beyanname-i resmî ile İstanbul halkına tavsiye-i ihtiyat ediyor. Dünyanın hiçbir tarafında kolera olmasa bizim koğuş, her tarafa kolera yetiştirecek kadar vesait-i intanı camidir.”
Vali yetiştiren zindan
Bekirağa Bölüğünde o kadar ünlü isimler kalıyordu ki artık İstanbul’da kimse meşhur Hasanpaşa Karakolunu, Zaptiye kapısını, Mehterhane ya da Tersane zindanlarını konuşmuyordu. Burada yatan tutuklular arasında; Sadrazam Said Halim Paşa, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe, Âyan Meclisi Reisi Rıfat Bey, Hariciye Nazırı Ahmet Nesimî Bey, Adliye Nazırı İbrahim Bey, Maarif Nazırı Şükrü Bey, mebuslardan Hüseyin Cahit, Hasan Fehmi, Emanuel Karasu, Celâl Nuri, Yunus Nadi, Tevfik Rüştü, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa, Ziya Gökalp ve daha birçok tanınmış isim bulunmaktaydı. Ayrıca Enver, Talât ve Cemal Paşaların yurtdışına firarlarına kolaylık sağladığı gerekçesiyle Ali Fethi Okyar’da tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne getirilmişti. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçmeden evvel kendisini burada iki kez ziyaret etmiş, görüş alışverişinde bulunmuştu.
Bu hapishane zaman zaman idamlara da şahit oluyordu. Gayrimüslimlerin tehciri sırasında yaşanan acı olaylarda ihmali olduğu gerekçesiyle yargılanıp idama mahkûm edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemaleddin Bey’in cezası Bekirağa Bölüğünün hemen karşısında kurulan darağacında infaz edilmişti. Milli mücadele sürecinde İstanbul’da ki işgal kuvvetlerine ait askerler tarafından hunharca alınıp kamyonlara doldurulan, buradan Tophane’ye getirilerek vapurla Malta’ya gönderilen vekiller de Bekirağa Bölüğünden alınmıştı. 1922’den sonra boşaltılan bu tarihi hapishane, Seraskerlik Dairesi ile birlikte İstanbul Üniversitesi’ne verildi. Bina uzun süre Tıp Fakültesi tarafından kullanıldı. İstanbul Tıp Fakültesine ait kliniklerin yeni binalara geçmesi ile bir kez daha boşalan hapishane, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne tahsis edildi ve bugün hâlâ bir eğitim yuvası olarak hizmet veriyor.
Bir zamanlar devrin üst düzey devlet erkânının tutuklu kaldığı bu hapishane binasının yıllar sonra devlete kaymakam, vali yetiştiren bir okula dönüşmesi tesadüf müdür bilinmez ama Bekirağa Bölüğünün bir döneme damga vurduğu kesin.