“İnsan” diye geçirdim içimden, “insan eğitim yoluyla cahilleştirilmiş birini dinlediğinde hepten çaresiz kalıyor. İşte ben, evimin üç apartman ötesindeki bir ilkokulun bahçesinde bayram konuşması yapan kadını dinlerken, cümlelerindeki hatalar yüzünden oturduğum yerde bunalıyorum. Oysa bu klişe sözleri ilk kez burada dinliyor değilim. Tozlu kasabaların tek katlı okul bahçelerinde, küçük şehirlerin lise törenlerinde, bir vakitler devlet büyüklerinin katıldığı anmalarda tekrar edilen tuhaf sözler şimdi bir de şu yan taraftaki hanım tarafından tedavüle sokuluyor. Karşısında ufacık çocuklar var; ellerinde balonlar, bayraklar, sürekli birbirlerini itekleyip yarattıkları küçük düzensizliğin tadını çıkarmaya çalışıyorlar. Ve kadın, müsamereye çıkmış öğrenciler gibi, tonlamasına dikkat ederek, hatalarının altını çize çize konuşmasını sürdürüyor. Sesindeki hırçınlığın üstü örtülecek gibi değil, görünür görünmez herkese mesajlar verme derdinde. Bir güz günü, İstanbul’un sararmış çınar yaprakları yerlere savrulurken, nafile, kadının sözlerindeki hataları ayıklamaya çalışıyorum. Tarihi hataları, kültürel hataları, askeri hataları, analiz hatalarını. Sonra birden aslında konuşmacının kendisinin bir hata olduğuna karar veriyorum…”
Bayram konuşmacısını dinlerken, “kadın tarihin, seksen küsur yıl önce kendisine hediye edilmiş bir bayram şekeri olduğunu zannediyor” diye geçirdim içimden. Bir süredir o şekerden ağzına sürememiş, şekerini çok özlemiş belli ki. Ve şimdi büyük bir azimle, büyülü geçmişinin gerisinde ne varsa süpürmeye çalışıyor. Korkak padişahı, çaresiz imparatorluk İstanbul’unu, işgalciler karşısında el pençe divan duran saray bürokrasisini okul kürsüsünün sahnesine kurduğu kişisel mahkemede yargılayıp duruyor. Böyle yetiştirildiği, büyük meseleleri böyle küçük sahne mevzuları olarak algıladığı için hiçbir haritaya ihtiyaç duymadan, bir ev ödevi çabukluğuyla tarihin taşlarını yerlerine dizi diziveriyor. Birden padişahı gemide kaçarken görüyoruz, birden bir kahramanın tek başına cümlemizin kaderini değiştirdiğine tanık oluyoruz. Bayram konuşmacısı nihayet geçmişin yüzlerce yıllık macerasını, okul bahçesinin köşesindeki çöp sepetine atıp rahatlıyor. Sizi işte böyle çöpe atarız, der gibi; görünen ve görünmeyen “yerli düşman”larına meydan okuyarak. Ama kadın tarihi hiç bilmiyor, internetten indirilmiş, şurasına burasına eklemeler yapılmış konuşma metnini tarih zannediyor!..”
“Bu bayram konuşmacısı kadın,” diye geçirdim içimden, “hiç kuşku yok ki vatanını seviyor. Hiç kuşku yok ki, ülkesinin dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olmasını arzuluyor; ve kılına bile bir zarar gelsin istemiyor. Ama konuşmasından çıkarıyoruz ki, bu ülkede, kurtarıcının ışıklı yoluna girmek istemeyen birileri var; kaçıp giden son sultana körü körüne bağlanan birileri, bir karanlığa dalanlar. Konuşmacının metninden, içeride görünmez bir mücadele olduğunu da anlıyoruz. Devrimlerin kazanımlarını hiçe sayanlarla, devrimlerin kıymetini bilenler arasında, her açıdan bir hayat memat mücadelesi. İşte şimdi o da, yerlerinde duramayan küçük öğrencilerin karşısına geçmiş, onların iki ayrı dünyaya ait velilerine sesleniyor. Kendinden olanları teselli ediyor, kendinden olmayanları hakikatin aşkına ikaz ediyor. Bayram konuşmacısı, kısacık konuşmasının içine ağır bazı hükümler, düşman çatlatacak vecizeler de yerleştirmiş. Hiç de inanıyormuş gibi yapmıyor, fazlasıyla inanıyor söylediklerine. Sözleri bitince, bazı eller yanlarda kalakalıyor, bazı eller de coşkuyla alkışlıyor onu. Alkışlayan ve alkışlamayan insanların arasına, yukarıdan birkaç sararmış çınar yaprağı daha düşüyor. Nihayet İstanbul’un güzü, günü kadının elinden kurtarıyor…”
“İstanbul’da, bir güz günü bir kadın,” diye geçirdim içimden, “küçücük çocukların, onların yorgun velilerinin karşısına geçmiş, aşkla bir tarih dersi veriyor. Ama Truva’lardan habersiz; ama İyonya’lardan, Kibele’lerden, Hattuşaş’lardan, Hadriyanus’lardan, Roma’lardan, Bizans’lardan habersiz. Akdeniz havzasının binlerce yıllık sert rüzgârlarından habersiz. Tarihin kaderinden, kavimlerin mühletinden habersiz. Uzaklardan gelen Selçuklu akıncılarından, onların peşinden sürüklenen Moğol mücrimi kitlelerden habersiz. Yüz yıllar boyunca balkan kalelerinde, palangalarında büyük vatan nöbeti tutanlardan ve yine yüz yıllar boyunca nöbet yerleri eksildikçe dökülen gözyaşlarından habersiz. Sömürgeciliği meyletmemiş bir imparatorlukla, bütün gücüyle sömürge işine girişmiş öteki imparatorluklar arasındaki ahlaki farktan, bu farkın yarattığı dengesizlikten habersiz. Denge politikalarından, Ruslardan, İngilizlerden, Fransızlardan, Şark Meselesinden, bütün bunların ortasında kaderini düze çıkarmaya çalışan Osmanlı bürokrasisinden habersiz. Bayram konuşmacısı kadın, tarihi, kafasına göre işletmek istediği bir bakkal dükkânı sanıyor…”