Ankara’da 29 insanı katleden canlı bombanın fotoğraflarının Londra sokaklarında özgürce dolaştırılmasını iyi niyetle okumak elbette mümkün değil…
Aynı şekilde, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AB ile mülteciler meselesini konuşmak üzere Brüksel’e gittiği sırada, görüşmenin yapıldığı binanın hemen arkasında duran PKK çadırının varlığını da, pekâlâ, bizimle anlaşma sağlayamazsanız, dışarıda, arka bahçemizde duran PKK ile muhatap olmak zorunda kalırsınız şeklinde açık bir tehdit olarak görmek mümkün. 40 yıldan bu yana cinayet işleyenlerin yüceltildiği o çadır, maalesef, bu düşünceye kapı aralıyor!
Ama “Avrupalı dostlarımız” bunu, tehdit olarak değil ifade özgürlüğü olarak okumamızı bekliyorlar.
Hal böyleyken, “Acaba Türkiye’nin herhangi bir şehrinde, İstanbul’da, Ankara’da DAİŞ’in çadırları kurulmuş, Paris’i kana bulayan bombacıların fotoğrafları omuzlarda taşınarak yürüyüş yapılmış olsa, bu, Avrupalıların hoşuna gider miydi” diye tepki göstermenin bir anlamı kalmıyor.
Dünya böyle işte…
Charlie’nin canı yanar, sen kalkıp “Hepimiz Charlie’yiz” dersin, senin canın yanar, Charlie sana bakıp “Dediğin gibi, biz Charlie’yiz” der. Durum budur.
İngiliz Gazetesi The Guardian, geçtiğimiz haftalarda, Ankara’da patlayan bombaların ardından bunu sorguladı… Okuyucularına “Ben Ankara’yım der misiniz” diye soru yöneltti… Cevapların birçoğu, “Paris bizim arka bahçemiz, hatta ABD bile, ama Ankara bir Ortadoğu ülkesinin başkenti… Ben Ankara’yım demem zor” görüşünde ortaklaşıyordu.
Kabul edelim; bizim acımız hep bizim kucağımızda kalacak, acımızı kendimiz kucaklayacak, kendi kendimizi teselli edeceğiz, feryadımız hiçbir zaman Batı’ya ulaşmayacak… Aynı ateş yaksa da canımızı, aynı bombalar parçalasa da insanlarımızı, aynı ölüm çalsa da kapımızı, acılarımızın arasında aşılamayan, feryat geçirmeyen kalın bir duvar olacak. Nitekim olan da bu zaten…
Batının gözünde, biz hep Cuma olarak kalacağız, öteki olarak kalacağız, asla Robinson kadar kıymetimiz olmayacak; asla kendilerinden bilmeyecekler bizi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, biz de asla onlardan olmayacağız.
Batı edebiyatında biz, hep öteki olacağız… Tıpkı, Attila İlhan’ın deyişiyle, İngiliz sömürgeciliğinin borazancıbaşılarından biri olan meşhur İngiliz yazar/şair Rudyard Kipling’in meşhur destanının başında söylediği gibi: “Ah Doğu Doğu’dur / Batı da Batı / Bunların buluşmasıysa mümkün değildir asla”.
Ve bizim edebiyatımızda, Nazım Hikmet’in dediği gibi:
“Ben ve bizim mahalle bakkalı / ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika’da. / Fakat ne zarar, / Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar / her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var. / Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık / aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz. / Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar / kanlarına susamışım.”
Batılıların gözünde, Doğulular her zaman ilkel, cahil, geri kalmış, barbar insanlar olarak kalacaklar. Tarihi, insanlığı okuma biçimleri öyle çünkü…
Doğu’da kaç insanın öldüğü hiçbir zaman Batı’nın umurunda olmayacak. Winston Churchill’in “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” sözüyle özetlediği gibi, Doğu’daki bir damla petrol, Doğulu insanların bir damla kanından her zaman için daha değerli olacak. Bu yüzden, Batı’nın merhametini, adaletini, vicdanını asla göremeyeceğiz.
Cemil Meriç, bunu şöyle özetlemişti:
“Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlı’yız; Osmanlı yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!
Avrupa, maddeciliğine rağmen Hristiyan’dır; sağcısıyla solcusuyla Hristiyan. Hristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfeder; ahde vefa, civanmertlik, merhamet… Aşağıdan alır, hulus çakar, yaltaklanır ve… Nihayet alt eder devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zafer.
Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser, dev papağanlaşır.”
Her durumda Batı’yı pohpohlayan, batı özentiliği içinde olan aydınlar, Malcolm X’in deyişiyle “ev zencisi” olduğu ölçüde kıymetli; “tarla zencisi” olduğu ölçüde tehdit olarak görülecekler. El sıkışmamızı değil, el öpmemizi tercih edecek Batı… Önünde dikilmemizi değil, diz kırıp oturmamızı isteyecek bizden… Özgürlük, bağımsızlık değil, kölelik, mandalık, biat bekleyecek bizden…
Dillerinde empati var… Fakat, empati yapmayacaklar hiçbir zaman… Çünkü onlar, empatiyi kendi içinde kullanmak için icat ettiler. Ortadoğu’yla, Afrika’yla, Asya’yla değil…
Bu yüzden, biz Paris’te, Brüksel’de bombalar patlarken Batı’nın, Avrupa’nın acısını paylaştık, İstanbul ve Ankara’da bombalar patlarken, Avrupalılar neden kendi dillerinde Biz İstanbul’uz, Biz
Ankara’yız demedi gibi sorular anlamsız ve karşılıksız olacak. Bu sorular hep sağır kulaklara hitap edecek…
Biz “Dünya 5’ten büyüktür”, “One Minute” dedikçe onlar, Türkler de çok olmaya başladı diyecekler.
Doğulular, onların kurallarıyla onlara galebe çaldığı zaman, kuralları değiştirecekler… Geniş halk kitleleri, demokrasiyle iktidara geldiği zaman, onlar, demokrasiyi bir kenara bırakıp zinde güçleri iktidara taşımak için uğraşacaklar. Tıpkı, Mursi’yi devirip Sisi’yi getirdikleri gibi, dünyanın tüm Mursi’lerine karşı her ülkede hazır ve nazır bekleyen Sisi’leri oyuna sokmak için çaba harcayacaklar.
Türkiye, Avrupa’nın kıyısında bir ülke olsa da, Türkiye onlar için, dünyanın öteki ucundaki bir ülke olarak kalacak. Amerika’yla aralarında okyanuslar olsa da, onlar Amerika’yı canından can bilecekler… Çünkü bu bir coğrafya meselesi değil… Çok daha derin bir mesele… Burun buruna da yaşasak aramızda derin mesafeler olacak… Aynı dünyada, ayrı dünyaların insanları olarak yaşayacağız.