Başörtülüleri hangi kadın temsil edebilir?

Başörtüsü Cumhuriyet’ten sonra uzun zaman madunların, mustazafların hayat tarzının bir parçası olmakla sınırlanacak şekilde bir anlam çarpılmasına maruz kaldı. Giderek “hizmetli” ve işçi sınıfının bir gösterenine dönüştü, baştaki tam veya yarım başörtüsü; kamusal yasaklar nedeniyle. Sistem hizmetlilerin hizmetinden vazgeçemediği için başörtüsünün o şekilde kullanımına izin verdi, daha doğrusu bunu teşvik etti. İdeolojisinin topluma nüfuzunda bunu bir engel saymadı. Buna karşılık Osmanlı geçmiş ve buna bağlı İslami dünya görüşüyle ilişkili bildiği mütesettir giyimi, kamusallığın inşasına kendisi açısından gölge düşüreceği yargısıyla engelledi.  Paradoksal bir şekilde ileride birçok genç kız sistemin okullarında bu ideolojinin programlarına göre eğitim görürken başörtüsünü benimseyeceklerdi.

Hizmet sektöründe başörtüsü yasağı olmadığından, başörtüsü direnişine katılan kadınların gündeminde yer almadı, fabrikalarda veya satış sektöründe, dahası ev veya bürolarda temizlik işçisi olarak çalışan kadınların sorunları. Büsbütün yer almadı değil, elbette süreçler ve katılımlar her zaman karmaşıktı. Zaten direnişçi kadınlar, söylemsel ve bilfiil destek açısından başörtüsü mücadelesine çok şey borçlu olan AK Parti’nin iki dönemi boyunca da kamusal yasaklı muamelesi görmeye devam ettiler.  Kamuda başörtüsü ancak 2013 yılında serbestlik kazandı. Bu nedenle de başörtülü kadınlar geçen yıllar içinde işçi meseleleri bağlamına layıkıyla yoğunlaşamadılar. Ancak direnişin saflarında bulunan kadınların toplumun mağdur ve baskı gören kesimleriyle bir duygudaşlık geliştirdikleri de muhakkak.

Yasaklar bu toplumu çok yaraladı ve kamusal serbestinin ardından, yasaklı yılların kötücül birikiminin güvencesiz şartlarda çalışmaya devam eden kadınları hâlâ hedef almaya devam ettiğinin birçok göstergesi var.  Başörtüsünün kamusal yasağının, işçi ve hizmetliler safında sayılan kadınları da etkilemediğini düşünmemek gerekiyor; söz konusu toptan bir engelleme, toptan bir sınırlama çünkü.  Yasak izin verilen “tavşan kulağı” tarzı başörtüsünü belli sınırların içinde kalmaya zorlayan bir etki uyandırıyordu. “Ben onlardan değilim” şeklindeki açıklama zorunluluğunun parçalayan, bölen bir etkisi oluyordu kuşkusuz.

Nezahat Altuntaş’ın editörlüğünü yaptığı “Türkiye’de Farklılıklarına Rağmen Kadınlar: Post- Feminist Çağda Türkiye’de Farklı Kadın Konumları” (2012) başlıklı kitapta yer alan “İslamcı Kadınların Üretim Ufku” başlığını taşıyan yazımda 1980’lerde kamusal özgürlükler için ufuk açan bir direniş gerçekleştiren başörtülü öğrencilerin ait oldukları yapıların yekpare olmadığını anlatmıştım. Başörtülü kadınlar 12 Eylül’den sonra özgürlüklerin susturulduğu bir ortamda sistemin çelişkilerini sorgulayarak önemli bir rol üstlendiler. Yasakların sevk ettiği gündemler bir taraftan mazlumlarla dayanışma ufkunu geliştirirken diğer taraftan bütün sorunları başörtüsü yasağının etkilerine bağlayan bir daralmaya sebep olabiliyordu gerçi.

İşçi sorunları, işten atılmalar, iş kazaları,  ücret adaletsizliği, sigortasız ve zaman sınırı olmayan emek, ev işçileri… Böylece uzayıp giden başlıklardan herhangi biri Soma’da yaşananlara rağmen nasıl gündemimizde yer almayabilirdi ki? Dünya değişirken işçi meseleleri kökten değişmiş olamaz. Negri ve Hardt, endüstriyel fabrika emeğinin azaltılıp yerine iletişimseI kooperatif ve duygulanımsal emeğin geçtiği kapitalist üretim tarzındaki dönüşümlerden hareketle işçi meselelerini eskisi gibi konuşamayacağımızı savunuyor. Öne sürüldüğü gibi maddi olmayan emek figürü kapitalist üretimde gitgide merkezi bir yer kaplıyor mu acaba?

Sorunun bu şekilde ele alınış tarzı Türkiye gibi tekstilde atılımını merdiven altı atölyelerde gerçekleştirmiş ülkeler için henüz lüks. İş kazaları dünyanın her yerinde yaşanıyor, ama elbette önce kendimiz bu konuda hangi durumdayız anlama çabası içinde olmamız gerekiyor.

Ev dışı çalışma olgusunda bir değişme yaşanıyor kuşkusuz.  Dijital teknoloji sayesinde –ve zorlaşan trafiğin etkisiyle- evde çalışmak giderek sınıfsal bir statü anlamı edinmeye başladı.  Bunun yanı sıra yeni kuşaklarda faaliyetlerin –Chantal Mouffe’un altını çizdiği gibi- onların kendi güvencesizleşmelerinin etkin aktörleri olmaları gibi bir sonuç ortaya koyduğu söylenebilir.

Süreçler iç içe ilerlerken yaralanmalar da belirsizliklerden ötürü daha derin olabiliyor. Müslümanlar bu derin yaraları ne ölçüde fark ediyor?

Şurası bir gerçek ki başını örtme sebeplerinin “ama, ancak, iyi de…” gibi izahlarla özelleştirilmesi, İslamcılar sistemin merkezine yerleşirken yeni içerikler edinmekte. 1980’lerde mustazaflar konusunda sorumluluk hisseden başörtülülerin oranı sayısal olarak artış gösteren başörtülü nüfus içinde en azından aynı kalmış olmalı. Ancak bütün olarak başını örtme sebeplerine sahip kesimlere mensup kadınların çalışma hayatına eskisine göre daha rahat bir gönülle katıldıklarını söylemek olası.  Beyond Headscarf Culture in Turkey’s Retail Sector”ın (Türkiye Perakende Satış Sektöründe Başörtüsü Kültürünün Ötesi) yazarı Feyda Sayan-Cengiz’in tespit ettiği gibi, satış sektöründe ne tek tip başörtülü var ne de tek tip bir başörtüsü açıklaması.

Birikim’in Ağustos sayısında Alpkan Birelma’nın Feyda Sayan-Cengiz ile “Beyond Headscarf Culture in Turkey’s Retail Sector”den hareketle yaptığı bir söyleşi yer alıyor. Gelecek haftaya da uzayacak olan yazım, içtenlikli ve adil olma çabasını yansıtan bu söyleşiyi okurken kapıldığım çağrışımlara çok şey borçlu. Sayan-Cengiz’in siyaset bilimi doktora öğrenciliği sürecinde başlattığı başörtülü kadınlarla ilgili bu çalışmasının amaçlarından biri, özellikle satış sektöründeki başörtülü kadınların giderek merkezi bir konuma yerleşmekte olan, entelektüel bir arka plana sahip aktivist orta sınıf kadınlarla başörtüsüne bakışındaki –kuşkusuz hayatın farklı alanlarına da yansıyan- farklılığı araştırmak olmuş. 2009 yılında İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra Denizli ve Gaziantep gibi Anadolu şehirlerindeki başörtülü satış elemanlarıyla yapılan odak grup görüşmeleri ve mülakatlar, bu kadınların başörtüsüne siyasi platformda ya da yükseliş içinde görünen muhafazakar elit tarafından yüklenen anlamı vermediği sonucunu ortaya koyuyor Sayan-Cengiz’in çıkarımlarına göre.

Böyle bir sonuç bizim için bir sürpriz midir? Girişte belirttiğim üzere zaten mevcut olanla yasaklar yüzünden oluşan direniş arasında geçişkenlikler ve ortaklıklar her zaman var olmakla birlikte, farklı kavramsal sebeplerin yol açtığı gündem başlığı öncelikleri hiç eksik değildi.

Başörtülü öğrenciler kırk yıl boyunca kapılardan giremedikleri üniversitelerin önünde gerçekleştirdikleri eylemlerin fotoğrafları eşliğinde çirkin sıfatlarla karalanarak manşetlerde hedef gösterildiler; ancak onlara destek veren ev hanımı, işçi, işsiz kadınlar da elbette eksik değildi. Mesela Fatih’te, Süreyya Yüksel ve Sabiha Ünlü’nün açtığı Suffa çevresine dahil olan kadınlar bu konum çeşitliliğini yansıtıyorlardı. Direniş içinde olan, direnişe destek veren kadınların büyük çoğunluğu meal, tefsir okuyan kişiliklerdi. Direnişçi öğrenciler ise çeşitli maddi yoksunluklara katlanma pahasına İslami hayat tarzı zemininde kalmayı adeta bir meslek gibi benimsemişlerdi. Gerçi -manşetlerin etkisiyle de- aileleri, komşuları, arkadaşları hatta eşleri tarafından dışlandılar. Bazen tuzu kuru bazen de hayat kavgası derdinde başörtülü kadınlar bu “tekinsiz” başörtüsüne mesafeli durdular.

Sayan-Cengiz’in çalışmasının ortaya koyduğu soru bu açıdan yeniden konuşulmayı hak ediyor: Başörtülü kadını tezgahtar kadın temsil edemez mi? Başörtülü kadını layıkıyla en çok hangi başörtülü kadın temsil edebilir? Bir mesafeye zorunlu olan her türlü tanımlama bir sınırlama anlamına gelmiyor mu peki?

Gelecek hafta konuyu irdelemeye devam edeceğim nasipse.