Başlangıç sorularına geri dönelim

Bir yaştan sonra hayatın çok hızlı aktığı zehabına kapılıyor insan. Gerçek Hayat’ta yazmaya ara vereli sekiz sene olmuş. Bu sekiz sene zarfında hem dünya, hem ülke gündemi bir hayli hareketliydi. Yazı gündemim de elbette etkilendi bu hareketlilikten. Artık yazacak tek bir cümlenin bile sorunlara şifa olmayacağına inandığım kısa dönemler bir kenara bırakılırsa, bu dönemde de yazmayı sürdürdüm. Şöyle bir hesap ettim de sekiz sene içinde dokuz kitap yayımlamışım.

Yazmayı hayatı öğrenmenin, sürekli öğrenciliğin bir yolu yordamı olarak benimsedim en başından beri. Metinlerimin dergilerde ilk yayımlandığı yıllarda severek yazmak utandırırdı beni; zaten başkalarının acılarıyla doğrudan ilgilenmek varken, masa başında bir metni yoğurmaya çalışmak tuhaf gelirdi. Bir taraftan da ister istemez inanırdım yazının şahitliğine, okuyarak öğrendiklerim, kitaplarda bulduğum cevaplar yüzünden. Hızla akıp giderken yıllar, okuma gibi sohbetin de araçları değişti, değişiyor.

“Hem okudum hem de yazdım, yalan dünya senden bezdim” diye anlatıyor Çorum türküsü. Okumak, yazmak, söyleşiye, sohbete dönüşmediğinde bezdirici. Okumak ve yazmak kurtarıcıdır, ancak tek kişilik söyleşilerle ne kurtarış olur ne de kurtuluş.

Şimdiki kuşakların mesafeli olduğu bir arzu, dünyayı kurtarma hedefi.

Rahmetli annemle babam kitap okumamı teşvik etmekle birlikte, bir meslek olarak görmekten uzak durdukları yazarlığa yönelmemden memnun kalmamışlardı. Onları rahatsız eden temel endişe, -o yaşlarımda-yazarak dünyayı kurtaracağıma duyduğum inançtı. Besbelli kendi deneyimleriyle bunun mümkün olmayacağını veya böyle bir inancın çileli bir adanma gerektirdiğini düşünüyorlardı.

“Dünyayı kurtarma hedefi” büyük bir söz, yine de gençliğe lazım. Haksızlıklar ve acılar karşısında dünyayı değiştirme sorumluluğu duyan gençliğin “radikal” masumiyetinden yoksunluğumuzda ne olurdu halimiz acaba? Küflenir, kireçlenir, fosilleşirdik çekildiğimiz köşelerde. İşini bilen, her dönemin adamı kalantorların insafına terk edilirdi emellerimiz.

Gençliğinde insan hayatın anlamına ilişkin sahici, asli sorulara ve cevaplara sahip olduğundan da pek az kuşku duyuyor, bu nedenle de inanıyor kurtarıcılık misyonuna. Gelgelelim, bir adım sonra aynı cümleleri tekrarlayamazsın. Yirmi yaşlarındaki soruların kırklı yaşlarda bulduğu cevaplarla yeni sorulara geçebilmek gerekiyor. Sonradan içine düşülen hayal kırıklıkları kadar umutsuzlukların da asıl sebebi bu: Biz olguları alıştığımız pencereden görmeyi sadakat sandığımız için de düş kırıklıklarına çok kolay kapılıyoruz.

Bu konuyu geçen hafta kitap fuarı için gittiğim Maraş’ta, Erdem Derneği’nin düzenlediği gece toplantısında da konuştuk. Günümüzün gençleri dünyayı kurtarmayı o kadar da dert etmiyor gibiler. Çünkü bir önceki kuşak dünyayı kurtaracağı iddiasını nihai aşamasına taşıyamadığı için bir muhasebeye gidemediği oranda, üzgün veya küskün değilse bile duruma teslimiyetin cevapsızlığını bağırıyor hep. Gençlik aşırı bolluk tesellisiyle nereye kadar idare edebilir? Gençliğe özgü sorgulamanın varlığımızı arındırmasından mahrumiyeti bizler nasıl telafi edebiliriz hem? Mangalda kül bırakmadığımız toplantılardan onlara hangi kaygılı başlıkları aktarmayı başardık, oturup düşünelim. Necdet Subaşı’nın geçen sene Çorum’da gerçekleşen “Dünyevileşme” sempozyumunda söylediği gibi: “Çocuklarımız bizim hikayelerimizde yaşamak istemiyor, bizim hikayelerimizde boğuluyorlar.” Niye böyle oluyor? Çünkü anlatma konusunda tutuğuz ve bu konularda özeleştiriden de kaçınıyoruz.

Hakikat arayışı her zaman kusuru biraz kendinde bilmeyi gerektirir. “Dünyayı sen kurtaramazsın” derdi babam, hayat tecrübesinin verdiği bir kesinlikle. Oysa o denemişti bunu ve ben de denemek zorundaydım. Bir taraftan Kemalizm’i, diğer taraftan din adına adımlarımı sınırlandırmaya çalışan gelenekleri sorgularken bazen aşırıya kaçmamış mıydım? Olabilir, demek ki bazı sorularım eksik, bazı cevaplarım abartılıydı. Eksik soruları tamamlamalı, abartılı cevaplarım üzerine yeniden düşünmeliydim.

Bu dünyada bize düşenin nasıl bir hayat olduğunu öğrenmeye üşendiğimiz için de kendini avutmaya çalışan kötü tüketicilere dönüşüyoruz. Modernizmle veya Kemalizmle değil, küreselleşmenin efsunlu araçlarıyla imtihan oluyoruz artık. Müslüman olmak bir açıdan kolay, çünkü ekmek su kadar sade; bir açıdan ise zor, çünkü nefsini öne çıkarmayan ahlaki bir duruş gerektiriyor. Böyle bir ahlaki duruş için de sürekli yeni sorulara cevaplar verebilecek bir sesimiz, yüzümüz olmalı (Alî İmrân, 104).

Biz eskiden birçok olguyu başörtüsü yasağı üzerinden konuşurduk. Bir zamanlar yükseklerde bir yere bağlılığın ifadesi olan tesettürün zamanla bir mazlumiyet sembolüne dönüşmesi, üzerine düşünülmesi gerekli bir olgu. Kamusal serbesti var şimdilerde başörtülü hanımlar için, dolayısıyla toplanmalar ve tepkilerde, mazlumiyet algısı ve sistem sorgulanmasında büyük bir boşluk oluştu. Çeşitli söylem boşlukları üzerine etraflıca düşünmek için Gerçek Hayat’ın yeni bir başlangıcın zemini olacağını umuyorum.

Emaneti ehline vermek, liyakati gözetmek, faizle dönen ekonomi, insanın kendine özgü sorularını bastırarak sıradanlaştıran eğitim politikaları, israf kültürü, zihinsel konformizm, konut siloları, manzaramızın gaspı, ekranlara kaptırılan sohbetler, İncirlik’teki üsler, hava kirliliği, kadın cinayetleri, taşeron işçiler, kendini “adsız” hisseden gençler… Sahi, doğrusal kalkınma ideolojisini eleştirmiyor muyduk? Haydi, ev sohbetlerine geri dönelim. Mangalda kül bırakmadığımız gece oturmalarındaki başlangıç sorularının yeni cevaplarını arayalım. Çünkü elbette şimdilerde buruk bir hissediş yüzünden ötelediğimiz ne kadar başlık varsa, hepsi o sohbetlerde eksik kalan veya yanlış anlaşılanla ilgiliydi.