Diyarbakır’a bir buçuk sene önce gitmiştim son olarak, daha dün gibi; oysa bu süre içinde ne çok gerginliğe, çatışmalara, ölümlere zemin oldu güzelim şehir. Çarşıda, pazarda, ev toplantılarında, salonlarda barış üzerine konuşarak dolaşmıştık o tarihte, İlim Yayma Cemiyeti’nden hanımlarla. Şehri birkaç sembolünde gerçekleşen değişimler üzerinden yeniden dolaşmak istemiştim: Cezaevi, Hevsel Bağları, Dört Ayaklı Minare, Ensar Kitapevi… Cezaevi tamir gördüğü için sadece yanına yaklaşabilmiştik. Başımıza gelen şimdiki kötülüklerin 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nden yükselen sesleri tam zamanında duymamaktan ileri geldiğini düşünürüm hep.
İlim Yayma Cemiyeti üyesi bir hanım, yeniden “BİZ” olma özlemini dile getirmişti sohbetimiz sırasında. “Ben” mahremiyetine sahip olmayı önemli bulmayan, “BİZ” olmayı da başaramıyor galiba; bunu da konuşmuştuk. Bu son cümleyi kadınlar bağlamında şöyle açmıştı bir hanım: “Kocam, hocam, babam, şeyhim, bilir” diye düşünüyor kadınlar. Devlet bilir, örgüt bilir… “ Sadece kadınlar mı ve sadece Diyarbakır mı? “Ben” mahremiyetine sahip olamamamızın bedelini Diyarbakır ödeye ödeye bitiremiyor.