Barbaros’tan inerken göze ilişen deniz

Barbaros Bulvarından Beşiktaş’a doğru inerken herkes denizi görmez. Genç ve orta yaş yolcuların çoğu o sırada cep telefonlarıyla meşguldür. Bu, her gün kullandıkları güzergâhın sıkıcılığından ötürü sığındıkları bir rutindir. Mesajlara, sosyal medya hesaplarına göz gezdirir bazıları; bazıları da yine cep telefonlarına yüklenen ve bir internet bağlantısı gerektirmeyen oyunlardan birine kaptırır kendini: Candy Crush, Farmville, Farm Heroes Saga, Temple Run ya da Angry Birds. Eğer bu oyunlardan anlamıyor ama merak ediyorsanız, telefon sahibine rahatsızlık vermeyecek bir cepheden, tuhaf şekilleri, yan yana getirilen parçacıkları ve kullanıcısına puanlar armağan eden patlamaları göz ucuyla siz de takip edebilirsiniz. Otobüs, bir kış güneşinin altından geçerek Beşiktaş Meydanına varınca, mütevazı eğlence merkezlerini ceplerinde taşıyan yolcular alışkanlıkla yerlerinden kalkıp kapıya yönelirler. Bu artık kanıksanmış bir hayattır; kimse, insanların ellerinde küçük bir ekran, bir başlarına dalıp gittiği dünyayı yadırgamaz. Ve aklı başında biri, bu küçük ekran cemaatine bakarak “tarih” hakkında birkaç ipucu bile yakalayabilir. Tarih biraz da günlük insana kabul ettirilmiş oyuncakların, yeni oyuncaklarla yer değiştirmesidir…

Barbaros Bulvarından Beşiktaş’a inerken, tam karşıda bir kartpostal gibi duran denizi herkes görmez. Yolculardan bazıları cep telefonlarıyla meşgul olurken, bazıları da kaldırımlara, vitrinlere ya da tabelalara bakarlar. Bunlar, günlük ihtiyaçlarımızı karşıladığımız mağazaların, alışveriş merkezlerinin, kitapçıların değil; bir kopyalama merkezinin, uzak bir şehrin işadamları tarafından kurulmuş bir derneğin, bir internet firmasının, Arap ülkelerinden birinin havayolu bürosunun, bir zamanlar dershaneyken şimdi temel liseye dönüşmüş bir okul binasının ve içeride hangi işin yapıldığını bilemediğimiz ama sadece okuyup geçtiğimiz farklı iş yerlerinin tabelalarıdır. Hem bu tabelalar hem binaların giriş katlarının vitrinleri hem de kaldırım boyunca her iki yöne yürümekte olan yayalar bir otobüsün penceresinde trafiğin akış hızına göre belirip kaybolurlar. Bazı yolcular için bütün bunlar oyalanma vesilesidir; garip bir sükûnetle, meydana varıncaya kadar gözlerini birinden diğerine kaydırarak muhtemelen bazen bir insanı, bir tabelayı, bir vitrini merak da ederek meydana varırlar. Ama aklı başında biri, bu kısa güzergâhta “modern hayat” hakkında birkaç ipucu da yakalayabilir. “Modern hayat”, üzerinde uzlaşılmış bir kaos halidir…

Barbaros Bulvarından Beşiktaş Meydanına inerken, tam karşıda bir kartpostal gibi duran ve güneş vurduğunda parıltısı uzaktan bile gözü alan denizi herkes görmez. Yolculardan bazıları, ona değil de sol cephedeki tarihe odaklanırlar. Bunlar, şu ya da bu ölçüde “geçmiş zaman bilgisi” hatta geçmiş zaman delisi olan yolculardır. Yıldız Sarayının hizasından geçerken Abdülhamit devrini, artık yalnızca iki tanesi ayakta kalmış yol kenarındaki ahşap konaklara bakarken Abdülhamit devri devlet adamlarını düşünürler. Meydana vardıklarında da onları Sinan Paşa Camii, Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesi ve içinde sayısız levendin hatırasını saklayan Deniz Müzesi karşılayacaktır. Bedenleri bu zamanda ama akılları ve kalpleri geçmiş zamanda yol alan bu yolcular, modern hayatın kaosunu zihinlerinden uzaklaştırmakta ve sahneyi tarihileştirmekte ustadırlar. Durağa vardıklarında, bir keşmekeşin içine karıştıkları halde, sıkça 20. yüzyılın başlarındaki küçük dükkânların sıralandığı çarşıyı düşünürler: Hagop Mintzuri’nin keyifle anlattığı Arnavut ciğercisini, Türk süpürgeciyi, haftada bir Ortaköy’den gelen papaza ücret almadan ikramda bulunan tatlıcıyı. Yine de bu tarih adamlarından birkaçı mağduriyetlerinin esprisini yakalamış gibidirler: Tarih diriltilemez…

Barbaros Bulvarından Beşiktaş Meydanına inerken, gözlerini aşağıya, yolun sonuna dikenler orada güneşin altında parlayıp duran denizi, denizin ortasında duran Kız Kulesi’ni, onun berisindeki küçük adayı görür ve gerçekten de şaşırır. Bir kereliğine değil, defalarca yaşadıkları bir şaşkınlıktır bu. Onunla ilk kez, ansızın karşılaşmış duygusuna kapılırlar. Denizle bakışırken, bütün araçlar, vitrinler, tabelalar, kaldırımlar ve eski binalar aradan çekilir. Her türden yoruma müsait tarihin, her türden hayata açık mekânların, her türden zaman geçirmeye elverişli cihazların arasında, ancak şiirle ima edilebilecek bir hal yaşanmaktadır. Yolun bitiminde parlayıp duran deniz bilinçaltımıza çarpar ve şu münasebetsiz ortamda yabanıl ruhumuzu güzelliğin ham haliyle buluşturur. Bu bir anlık sevdalanma, bu bir anlık coşku, bu bir anlık yoksullaşma ve bu bir anlık kaybolup gitme halleri henüz hiçbir uygarlık tarafından terbiye edilemediğimizin müjdeli işaretleri gibidir. O an içimizde “ilk insan”dan kalma acemi bir ses şükür diliyle şöyle fısıldar: Tarih ve mekân ölümlülerin kötü bir kurgusudur…