Nihayet havalar ısındı. Bahar, geç de olsa yine buraya gelir. Artık eskisi gibi uzun süre Saraybosna’da kalmıyorsa bile yine de uğrar. Eksik olmasın, mahrum etmez bizi. Ne olur ne olmaz diye kışlıkları henüz dolaplara veya koltukların altına kaldırmadık; botlar, paltolar hâlâ olduğu gibi duruyor. Bilemezsin, günde bazen dört mevsim değişir. Gariptir bu Bosna’nın havası, insanı gibi. Bazen sert, soğuk, ısırıcı. Bir baktın yumuşamış, ılımlı, seni okşuyor. Sanki aşırı sıcaktan, aşırı soğuktan seni korumak istiyor, yüzüne bakıyor; bu Allah’ın kulu rahat olsun diye, doğayla birlikte gözünü doyurup gönlünü yapmak için gayret ediyor. İştahını açıyor, nereye bakarsan sana ikram… Az sonra bir yakmaya başlıyor, hiç beklemeksizin. Bir de üstüne giydiğin her şeyle ittifak edip seninle alay ediyor. Havanın mizah tarzı. Eğlence onun için. Hele üstüne ince bir şey giydin mi, ayaklarında ince, su geçirir bir ayakkabı varsa, açık gökten bir yağmur.
Neyse, havalar ısınınca şehre turistler gelmeye başlıyor. Araplar, Türkler, Slovenyalılar, Koreliler… Şehir cıvıl cıvıl oluyor. Kimi gezmeye, kimi bol bol yemek yemeye, kimi ucuz içki içmeye, kimi de iş yapmaya geliyor. Dini turlar, sempozyumlar, piyasa araştırmaları, yatırım araştırmaları… Kendi cebinden karşılanan geziler, devlet-kurum-vakıf bütçesinden karşılananlar. Nisan sonunda geleneksel “Sarajevo Busines Forum” da düzenlenir. Dünyanın, özellikle İslam dünyasının iş adamları, siyasiler gelir; yerli ve bölgesel iş ve siyaset erkanıyla görüşürler, rakamlar incelenir, imkanlar tartışılır, gezilir, raporlar sunulur, takım elbiseler giyilir, kravatlar bağlanır, planlar yapılır, sözler verilir, yemekler yenilir ve bitiminde verimli bir toplantının gerçekleştirilmiş olduğuna karar verilir. Belki birileri gerçekten yatırım yapmak niyetiyle geliyor. Fakat buranın bürokrasisini görünce vazgeçiyorlar. Birileri ülkelerinin önemli devlet erkânıyla bir arada bulunup gözlerine girmek için geliyor. Birileri ise bir şey yapıyormuş gibi görünmek için. Bunlar da bir nevi cemre. Havaya. Suya. Toprağa. Dördüncüsü, kafalara. Havayla alakalı…
Bana bu bahardan bir şey olmuş olmalı, hep dolaylı konuşuyorum. Bu bahar farklı simalar şehirde görünmüş. Biliyorsunuz, bazı seneler elma, bazı seneler armut bol oluyor. Sene aşırı. Bazen patates, bazen fasulye. Sene aşırı. Bazen yazın, karıncalar istila ediyor evleri. Bazen de sinek. Bu sene diğerlerden çok farklı. Birinci cemreyle olsa gerek, şehrin sokaklarında yüzlerinde acı ve yorgunluk görünen yabancılar görünmüş. Hafif esmer, aralarında kimileri Arapça, kimileri Urduca veya benzer bir dil konuşuyorlar. Çoğu genç, yirmi ile otuz yaş arası. Fakat gözlerinde yüzyıllık hüzün. Kimi Suriye’den, Irak’tan, kimi ise Afganistan, Pakistan, Bangladeş’ten… Sırtlarında gözle görünen küçük sırt torbası, görünmeyen bir yığın, bir dağ kadar acı Batı’ya gidiyorlar. Aniden şehirde oluvermişler. Parklarda, camilerde. Kameralar onları çekmiyor. Kravat takım elbise yok üstlerinde. Restoranlara gitmiyorlar. Onlar söz vermiyorlar. Rakamları da konuşmazlar. Bir ümitle yola çıkmışlar. Batı’ya. Belki o sırt çantalarında kimlikleri var. Kimliklerde isim, soy isim, baba ismi, doğdukları yer, tarih ve ülke. Kimlik bunlardan ibaretmiş. Belki o sırtlarındaki görünmez hüzün dağlarında başka türlü kimlikleri var. O kâğıt üzerindeki kimliklerde yazılı isimleriyle, doğdukları yerlerde doğum tarihlerinden bugüne kadar yaşadıkları kimlik. Sevgi, telaş, korku, aşk, okul ve günlük öğünlerden ibaret. Belki bir dede hatırası, bir teyze. İlk aşkları. İlkokul öğretmeni. Bunlar AVM’lere gitmez. Parklarda, cami avlularında oturuyorlar. Turistler rehberlerinin anlattıklarını merakla dinlerler. Soru sorarlar. Bunlar ne bir şeye merakla bakıyorlar, ne de birilerin konuştuğunu dinlerler. Arada bir kendi aralarında yüksek sesle bir şeyler konuşuyorlar. Ve gözleri dolu. Hüzün. Bosna Hersek’in diğer şehirlerinde de oluvermişler. Özellikle Kladuşa civarında, Serhat bölgesinde. Hırvatistan sınırında yani. Bir gazetede “Mülteciler Kladuşa’yı istila etti” diye başlık okudum. Savaş zalimlerinin istilasına istila demezler de bu zavallı insanların birkaç günlüğe kasabanın parklarında kalmaya istila derler. Batı büyük olasılıkla onları istemiyor. Kimi açık söylüyor, kimi de dolaylı. Neonaziler bunlara saldırıyor. Sigortasız çalıştırıyorlar. Batı’ya ulaşabilenleri. Yolda, yol kenarlarında, ormanların derinliklerinde, nehirlerde kayıp olmasalar… Bir yerde önemli bir sanayicinin organ nakline ihtiyacı yoksa…
Bu şartlar bile bunlara ümit verici. Kimi çoluk çocuk yollara çıktı. Oturuyorlar. Bir şey bekliyorlar. Belki bir haber. Yola devam emri. Acaba bu haberleri kim getiriyor? Göçlerini kim teşvik ediyor? Hareket zamanlarını kim ayarlıyor? İstikametlerini, geçiş yerlerini kim belirliyor? Herhangi bir kurum, ne devlet ne de sivil toplum örgütü bunların konaklayacağı yerleri sağlamış. Millet kullanmadığı ev varsa veriyor, yerleştiriyor mültecileri. Kimi yemek getiriyor, kimi de giysi. Bir fotoğraf sanatçısını poşet dolusu çayla gördüm. Sabah çay içsinler, bu alışkanlık diyor. Pomozi.ba yardım teşkilatı lazım olanları topluyor, götürüyor. Birçok arkadaş gönüllü olarak yardıma koştu. Esnafın umurunda değil, ne hediyelik eşya satın alıyorlar, ne yiyip içmek için para harcıyorlar. Medya da uğraşmaz. Ne aralarında süper star bulurlar, ne de bir pislik çıkaracaklar. Flaş haber, manşet olacak malzeme yok ortada. Patronlarının karşı olduğu bir siyasetçinin herhangi bir pisliğini çıkartamazlar. Patronlarının yanlısı olduğu bir siyasetçinin herhangi bir iyiliğini bulamazlar. Neden haber yapsınlar ki? Siyasilerin umurunda değil, seçim yılında onlarla mı uğraşsınlar, kendi seçmeniyle bile uğraşamazken, bir de partiler içindeki adaylar arasında ve partiler arasında öyle bir rekabet var ki… Parti sayısının maşallahı var, koltuk sayılı, aday çok, iştah sınırsız. Bunlar sıradan insanlar. Onlara sahip çıkanlar da sıradan vatandaş. Onları merak eden, onlar için üzülen sıradan anneleri, eşleri, kardeşleri var. Belki de tek tük teyze, hala, yenge türünden. Gece yattığında uykusu gelene kadar sessizce ağlıyor. Dudaklarını duada kımıldatıyor.
Bense, tekrar sessizce kimlikleri düşünüyorum. Göç edenlerin sırt çantalarında görünen ve sırtlarında görülmeyen kimlikleri. Kimliklerde yazılı yerlerde kalanların kimlikleri. Siyasilerin, medya sahipleri ve muhabirlerin, esnafın kimliklerini. Batı’da bu göçmenleri istemeyenlerin kimliklerini. Bunları hareket ettirenlerin, onlara memleketlerinde zulmedenlerin kimliklerini. Bu insanlar için parklara cami avlularına yemek ve yardım getiren sıradan halkın kimliklerini. Yarın ne olacak? Acaba yarın kimin adı kalacak? Kimin kimliği kalacak?