Keşke, diyorum, keşke cami ve çeşmelerden başka sorular da sorsaymışım Mustafa Cambaz’a. Keşke daha iyi anlamaya çalışsaymışım cehtinin sırlarını. Ayrıca, görevlinin aksi bir sesle önümüze çıktığı o camiye girmesek olmaz mıydı…
2015 Nisan ayı başları; hava epey serindi. Küçük bir grup halinde Sultantepe’de bir cami arıyorduk, 1960’larda temelden yapılmış olmalıydı cami ve ne yazık ki elimizde çok az bilgi vardı. Mahalledeki Osmanlı döneminde yapılmış beş cami üzerine az çok malumat sahibi olsam da, beşini de inceleyerek doğruya yakın bir fikre ulaşmak istiyordum. Mahalleliyle konuşuyor, Cami Mütevelli Heyeti’nin odasına konuk olup cami hakkında bilgi ediniyor, caminin içine girerek fotoğraflar çekiyorduk. Mustafa Cambaz öğrendiği ilk andan itibaren benimsemişti araştırmayı.
Verdiği önemli bilgileri bazen not alıyor, bazen alamıyordum. Nasıl işine bağlı, işini aşkla yapan bir insandı! Bir ansiklopedi hafızasıyla çeşmelerden söz ediyordu. Sonraları çeşitli ayrıntılar için telefonla konuştuğum oldu. Şahitliği ciddiye alan zaten şehit olmaya hazırlanıyordur. Bu kadar yakın bir tarihte gerçekleşeceğini bilemezdim.
Türkiye’nin camilere eli değen ilk kadın mimarı olarak bilinen Makbule Yalkılday’la ilgili bir yazı yazıyordum. Sultantepe’de temelden yeniden yaptığını söylediği bir cami vardı, ismini vermiyordu söyleşilerinde. Başka merak ettiğim hususlar da vardı meslek hayatı üzerine. Kaldığı huzurevinde ziyaret ettim iki kez, uzun söyleşiler yaptık. 1914 doğumlu Makbule Hanım, caminin adını bir türlü hatırlayamadı. Onu bulmam da ayrı bir hikaye; o süreci Nihayet dergisine yazdım. Camiyi nasıl bulacaktım peki? Ayşe Olgun, zaten çalışmalarını izlediğim Mustafa Cambaz’ın yardım edebileceğini söyledi. Aradım rahmetliyi, konuştuk Sultantepe camileri üzerine. Sonra bir gün Üsküdar’da buluşup Sultantepe’ye çıktık. Elimizdeki ipuçlarından hareketle Hacı Hesna Hatun Mahallesi’nde bulunan tarihi camiler arasında gidip geliyorduk. Çeşmelere ilgisi nedeniyle, önümüze çıkan çeşmeleri de ihmal etmiyor ve bilgi veriyordu Cambaz. Elimizdeki verilerle camilere ilişkin tespitlerimize dayanarak sonunda Yalkılday’ın hangi camiyi temelinden restore ettiğine emin olduk: Mahallede “Çukur Camii” olarak da bilinen Halep Mollası ve Müderris Abdülbaki Camii (1644).
Biz o camiyi buluncaya kadar defalarca gidip geldik camiler arasında, yokuş indik, çıktık. Şeyhülislam Mirzazade Şeyh Mehmet Efendi Camii’nin (1734) dernek binasına bilgi edinmek için girdiğimizde, mütevelli heyetin üyeleri büyük bir memnuniyetle karşılayıp çay ikrâm ettiler. Şehit Cambaz orada da İstanbul camileri hakkında ne kadar bilgili olduğunu ortaya koyan değinilerde bulundu. Camiler arasında gezinirken girdiğimiz birinde ise, bir görevli oldukça kaba sözlerle karşıladı bizi. Ben üzüldüm diye ayrıca rahatsız oldu Cambaz, görevliyi nezakete davet etti, ılımlı, kibar bir dille. Adam aksi üslubundan vazgeçmeyince de buruk duygularla ayrıldık o camiden.
Kuşkusuz şimdi aynı kişi şehitlerimiz için üzülüyordur. Günlerdir bunu düşünüyorum: Birbirimize, şehitlik haberini almadan önce de ilgili, candan, saygılı davranamaz mıyız acaba… Birbirimizdeki şahitlik göstergelerini doğru okumakla da mükellefiz zaten.
Kamerası dışında hiç yükü yokmuş gibi çevik bir insandı Cambaz. Neşeli, kalender, saygılı, sempatik, hoşsohbetti. Göçmendi, Türkiye’yi yurdu biliyordu, İstanbul çeşmelerinin aşığı olarak tanınırdı, Türkiye’de kaç ulu cami var, ondan sorulurdu. Yersiz yurtsuzdu, ama askerlik yapmamak için Gümülcine şehrine bağlı köyünden kaçarak geldiği Türkiye’yi vatanı biliyordu.
Son günlerdeki yorgunluğundan söz ediyor oğlu Alparslan, Haber 10 söyleşisinde. Halka ateş açıldığı sırada çıkıp gitmiş, ama fotoğraf makinesini unutmuş. Yeni eve taşındıktan sonra bir oda dolusu kitap kolisini açmamış. Yorgunluğu anlaşılmaz mı… Kaçımız sevdiği, yurdu bildiği ülkede kimliksiz yaşama tecrübesi üzerinden konuşabilir?
Çengelköy’de halka ateş açılırken telefon ettiğinde, “ani hareketler yapma” diye uyarmış Alparslan. Kolaylıkla atılabilen biri, sürekli bir yolcu çünkü. Mehmet Şeker’e telefonda, “Çengelköy Karakolu’nun önündeyiz, vatandaşa kurşun sıkıyorlar” demiş. Eşi Semra Hanım, patlama sesleri duyulur duyulmaz, engellemesine rağmen gittiğini belirtiyor.
Darbe karşıtlığı bu ülkeye özgü sağlam bilincinin bir göstergesi. Pazarlığa gönül indirmeyen hasbî bir duruşa sahipti. Kimliksiz pasaportsuz yaşadı bu ülkede onlarca yıl, otuz yıldır evliydi ve yirmi beş yaşında bir oğlu vardı. Elbet çok sevdiği ailesinde buluyordu güveni, ancak kimliksiz olmanın problemleriyle sürekli yüz yüze geliyordu. Kimliksiz bir fotoğraf sanatçısı nasıl yaşar, turnikelerden nasıl girer çıkar, uçağa binmeden nasıl yetişir gecikilmiş olana… Zaman zaman Gümülcine’den gelen anne ve babasından başka kim hatırlattı Cambaz’a doğum tarihini, doğduğu günü, yeri… Kendini bir “ümmet gibi” diri tutmalıydı, besbelli. “Hastalanmıyordu” diyor Alparslan. Hastalanmaması gerektiği için hastalanmıyordu. Başkalarına yardımın faaliyetinde nefes alıyordu.
Düşündükçe şöyle görünüyor: Kimlikli insanların konforunun dışında edindiği hayat telakkisinde özgürleşmişti kişiliği. Yollarda buluyor olmalıydı şifayı ve tarihte derinleşiyordu. Sultantepe’de aradığımız mescidin peşinde dolaşırken bir yandan da anlatıyordu. Bu ülkede yaşıyor, evlendi, çalışıyor, alanında tanınan bir isim, çeşitli toplantılara katılıyor, ancak kayıtları yok, vatandaş değil.
Kayıt edilse bile unutulup kendi haline terk edileni hatırlatmayı canla başla benimsemişti. Ne bir bürokrasi soruşturması, ne imza kuyrukları, ne rica minnet… Geçiş noktalarında kimlik istendiğinde, her seferinde yüksünmeden nasıl izah etti ardında kalan otuz seneyi? Sıkıldıysa da belli etmedi. Mükafatı hazırlanıyormuş: 250’ye yakın şehidin arasına katılırken kayda geçti. Nasıl da hüzünlü ve aynı zamanda onurlu ve sonuna kadar hak edilmiş bir ikâmet hakkı! Kalabalıkların omuzlarında, tekbir sesleriyle ebedi yolculuğuna uğurlandı. Ona bir kimlik veremesek de şehadetiyle Çengelköy Mezarlığı’na yerleşti ve ismi metrobüs durağına konuldu. Bir kimliği yoktu, ama dağılıyor ismi ülkeye, hafızalara ve mekânlara yerleşiyor.
Nadir bulunur özelliklere sahip azade bir insandı. Hani, “İslam, hareket dinidir” denilir ya… Sürekli bir oluşun, eserin, hayrın peşinde yol alıyor ve böylelikle yakalıyordu sükuneti. Allah rahmet etsin. Bizlere hakkını helal etmiştir diye ümit ediyorum.