Ayakizlerinde başka adımlar

Hafta sonunda Gönen’deydim. Öykümüzün kurucu isminin birçok metninin esin kaynağı, dil ve üslubunun beslendiği diyar burası; heyecan duymamak imkânsız.

O fotoğrafını gördüm göreli aklımdan gitmiyor. Ömer Seyfettin Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde kimsesizler sınıfına terk edilerek vefat etti. Yalnızlığı o kadar katmerliydi ki kadavra muamelesine maruz kaldı; Yusuf Ziya Ortaç’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler” kitabında okunabilir.

Çoğumuz “Ben Gönen’de doğdum” cümlesiyle başlayan And öyküsüne aşinayızdır. Cümle, Gönen’de nereye giderseniz gidin karşınıza çıkıyor. Gerçi Ömer Seyfettin’in işte bu kasabada doğduğunu gösteren somut mekanlardan nadiren söz edilebilir. Gönen’in kültürel hayatının faal siması Abdurrahman Kural’ın başkanlığındaki Kent Konseyi, 4 yıl önce Tarım İlçe Müdürlüğü Binası’nın bir katında bulunan bir toplantı salonunu Ömer Seyfettin Kütüphanesi olarak düzenlemiş.

Öyküleri bu kadar ağızdan ağza dolaşan pek az yazarımız var. Bunun sebebi sadece öncü olması değil kuşkusuz. Ömer Seyfettin arı duru dili sebebiyle okul kitaplarında baş tacı edilmiş bir yazar.
Zor bir geçiş döneminde yaşadı ve çeşitli temsilleri üstlenerek yazmayı sürdürdü. Osmanlı çöküyordu ve yeniden yükselişe geçecek olana ilişkin fikirler, bütün coşkulu tasarımlarına karşılık –arkada bırakılacak olanın devasa etkileyici varlığı nedeniyle de- kesinlikten yoksundu. Genç Kalemler’de gelişen “Yeni Lisan” arayışının atölye çalışmaları halinde birbirini izliyordu öyküleri.

Balkan Savaşları ve esaretinin ardından gelen yenilgi, bir kurtuluş, kurtarış mücadelesi içinde verdiği savaşın sorgulamalarını ağırlaştırır. Her şey üstüne üstüne gelirken, teşhis edilemeyen şeker hastalığının ıstıraplarına katlanarak her hafta bir öykü yazma disiplinini koruması şaşırtıcı mı? Müsameretname yazarı Emin Nihat’ın başlattığı metin arayışını, dönemin kalemleri güdümlü olmaya zorlayan şartlarına karşılık bir hayli ileri noktalara taşıdı. 36 yıl süren ömrü zorluklarla dolu olmasaydı daha mı verimli bir yazar olurdu, diye geliyor aklıma. O öykü yazarlığını meslek olarak gören ve bunu uygulamayı üstlenmeden edemeyen ilk yazarımız.

Öncü olmak kimsesiz bir kadavra muamelesi görmeyi engellemiyor. Ağır metin işçiliğinin karşılığı olan keşif ve icatlar, zor zamanlarda eşini dostunu yanı başında bulma garantisi anlamına gelmiyor.

Devlet açısından ise yazar aslında bir “işsiz.” Ömer Seyfettin pasaport aldı mı, bilmiyorum; ancak öykümüzü bıraktığı yerden daha ileri noktalara taşıyan Sait Faik, onun ölümünden otuz yıl kadar sonra pasaport almak için Emniyet’e başvurduğunda, meslek hanesine “işsiz” yazıldı.

Ömer Seyfettin bütün öyküleriyle sevdiğim bir yazar değil, ancak arı duru diliyle öykü türüne yakınlık duymamı sağlayan ustalarımdan biri, hatta ilk ustam. “İlk Namaz”, yatılı okulda ranza üzerinde namaz kılma denemelerimin ilham kaynaklarından biriydi. Edebiyat görüşüne de büyük ölçüde yakınlık duyuyorum doğrusu. “Ben edebiyatta sadece sanata kail olmam” demiş, “edebiyatsız edebiyat” arayışındaki sebepleri açmaya çalışmıştır.

“Suya Düşen Dantel” başlıklı, 1997’de yazdığım öykümde şöyle bir bölüm var: “Ortaokul yıllarında Ömer Seyfettin’e özenerek ne çok hikaye yazmıştı! O hikayelerden geriye kalan sadece buruk bir eksiklik duygusuydu.”

O eksiklik duygusu olmasa bir sonraki metine geçmeye mecalimiz kalmazdı. Yazı zehirdir, diyordu Platon; yine de kaydetme ihtiyacı yüzünden yazmayı sürdürdü. Ömer Seyfettin, hasılası “yaldızlı mukavva heykeller”den ibaret olmayan bir dilde aradı şifayı. Bu anlamda bir geçiş döneminin dil fedaisi olduğu çok açık.

Ömer Seyfettin’in ailesi aslen Kafkasyalı. Babası Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in tayini nedeniyle Gönen’de yaşadıkları sırada dünyaya geliyor. Öykülerindeki çiftlik ve köy tasvirleri büyük ölçüde Karalar Köyü’nde geçen dönemlerin tecrübelerine dayanıyor. Evinin yerinde söğüt ağaçları var şimdi, Karalar Çiftliği’nin yerinde ise bir süt firmasının barakaları.

Bir cümle benzeri karşılaşmalarda olduğu gibi sızıp geliyor, “Ayakizlerinde adımlar” kitabından: “Çok büyük bir uzaklık, çok fazla olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık ancak siz hala canlıydınız.”

Karalar Köyü’ne, Gönen Kaymakamı Hüseyin Parlak’ın eşi Öznur Parlak Hanımefendi götürdü beni, eksik olmasın. Köy ve havalisi, kaplıcaları yüzünden boğunak bir havası olan Gönen’in sayfiyesi sayılırmış. II. Abdülhamit’in dadısı için yaptırdığı yeşil boyalı cami karşımızda. Sağımızda, derenin öte yakasında, Ömer Seyfettin’in ailesine ait evin bulunduğu söylenen arazi var, solumuzda ise Kaşağı öyküsünün mekanı Karalar Çiftliği. Filibe kökenli, 85 yaşındaki İbrahim Çoban Dede bize rehberlik ediyor. Hiç Ömer Seyfettin öyküsü okumamış. “Değerini geç anladım” diyor. Bu köyün bir yanı Balkanlar, diğer yanı Kafkaslar. Özkan Amca da Ömer Seyfettin gibi Kafkasya kökenli. Bir taraftan kahveye doğru yürürken, anlatıyor: Çiftlik aslında “Karılar Çiftliği”yken zamanla “Karalar Çiftliği” olarak anılmaya başlanmış. Sahipleri Çerkez kadınlarmış. Yiğit, çalışkan insanlardır Çerkez kadınları, diye ekliyor.

Özkan Amca kahvede çay içerken anlatmayı sürdürüyor: Karalar Köyü, sürekli muhaceretin beşiği. Zorlu göç dalgaları bu havalide en doğru bir şekilde anlaşabilmenin cümlelerini aradı. İkincil anlamları ihmal ederek meramı öne çıkaran cümlelere mecburdu insanlar.

Tesadüf eseri değil Ömer Seyfettin’in dili ve yazdığı son cümlede donup kalmış da değil. 1977 Gönen doğumlu Akif Hasan Kaya, şimdiden 3 kitabı yayımlanmış öykü yazarımız. “Uzun ve Lacivert Günler”de yer alan öykülerini, özellikle toplumsal bir vicdan azabının arka planını kurcalayan“Göl”ü okurken, öykümüzün aldığı yolun karmaşık manzarasının aslında nasıl da sade olduğunu düşündüm.

“Israr, sadece ısrar, öykü de başka türlü yazılmıyor ki” demişti, Suya Düşen Dantel’in anlatıcısı. Irağına düştüğünüzü sandığınız demlerde bile Ömer Seyfettin’in geri çekilmek bilmeyen tutkusu öngörülemeyen bir cümlede sizi yakalıyor.