1980’lerde, gazeteciliğe hevesli bir mimarlık öğrencisiyken gecekondu bölgelerine, huzurevlerine ve kimsesiz çocuk yurtlarına giderdim. Ahlaklı bir toplum olmanın yolu, buralarda gerçekleştirilen adalet ve güler yüzle mümkün görünürdü. Hastane ve hapishane ortamları da böylelikle biçimlenirdi; daha az hasta ve mahkum olurduk. Huzurevleri ve çocuk yurtlarının toplumdan yalıtılmaması bu açıdan da önemli görünürdü bana.
1991’de yayımlanan Modernizmin Evsizliği Ailenin Gerekliliği kitabımdan bu yana bu soruya cevap aramayı sürdürüyorum: Yaşlıların yalnızlığı ve sürgünlüğü nasıl son bulabilir? Bu sorunun mimarlıkla ilişkisi ise öğrencilik yıllarından beri düşündürüyor beni. Konut projelerinde evin yaşlıları için yaşama alanı göz önünde bulundurulmuyor, yaşlıların himayesini sağlayan projeler bakanlıklar ve inşaat sektörü için bir kaygı konusu değil. Geçen yıllar projelere yaşlılar açısından yeni bir şey katmadı. Anadolu büyük şehirlere, özellikle İstanbul ve Ankara’ya göçüyor, ancak dönem projelerinde esas alınan çekirdek aile.
Özellikle kuzeye doğru gittikçe soğuk hava şartlarında yaşlılar henüz üretme çağında olan aile bireylerine yük oldukları hissine katlanamıyorlar. İsviçreli yazar Maja Beutler’in “Flissingen Haritada Yok’ başlıklı öykü kitabını okurken yaşlıların yalnızlığı “medeniyet işte böyle olmamalı, eksik bir şey, bir şeyler var” diye düşündürüyor.
Kültür ortaya koyduğu bu tür bir sürgünlükle baş edemiyor aslında. Gerçi bu yalnızlık ölümcül bir sürgünün çağdaş yorumu olarak da anlaşılabilir. Stockholm’da güncel sanat çalışmaları yapan Hakan Akçura kendisiyle yaptığım söyleşide söz etmişti: İsveç’in, aslında tüm İskandinavya ve İzlanda’nın saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihinin kökleri üzerine çalışırken bir “uçurum” gerçeğiyle karşılaştı Akçura. Metaforik değil, gerçek bir uçurumdu, “ättestupa.” Birkaç yüzyıl öncesine kadar, toplum tarafından artık beslenmemesi gerektiğine inanılan yaşlı, güçsüz ve engelli insanlar önce penceresiz bakımevlerine tıkılıyor, ardından özel uçurumlardan atılıyordu. O zamanlarda ve başka toplumsal yaygın suçlarla da derinleşen ortak utancın, bugün günlük yaşantıda sıklıkla kullanılan ve önemli bir bölümü yeni ırkçı tutumları da besleyen davranış, düşünüş, eyleyiş kodlarının nedeni olduğunu düşünüyor Akçura. Bu tür bir gelenek, yaşlılarını genellikle kendi başlarına ormanlara yollayan Japonya hariç bir tek İsveç ve İzlanda’da varmış.
Modern kentlerde yaşlıların çoğu kez tanımlanamayan süreçlerle ortak yaşantıların kıyılarına itilmesi, “ättestupa” uçurumlarının etkisiyle bir şekilde buluşuyor olmalı. Yüksek standartları korumak, yüksek bir duygusal mesafe becerisini gerektiriyor. Mimari projelerde yaşlıların unutulması bir ihmal değil bir bakış açısının temel tasarımlara yedirilmiş olmasının eseri. Asansör adeta tersten bir “ättestupa.” Asansöre dayalı yapılarla birlikte baş gösteriyor, yaşlıların sürgünlüğü. Yukarılarda bir odada veya sessiz bir huzurevi salonunda televizyonla baş başa kalıyorlar.
Bu yalnızlığı benimsemeye içi elvermiyor aile bağlarını nispeten koruyan toplumların ki, yaşlanmayla birlikte kendini gösteren mekan baskılarına karşı çözüm önerilerine ilişkin haberler okumaya başladık.
İtalya’nın Piacenza kentinde hem yaşlıların hem de küçük çocukların gittiği bir “yuva” uygulaması hayata geçirilmiş meğer.”Yaşlılar ve çocuklar bir arada” (ABI: Anziani e Bambini Insieme) isimli proje, huzurevindeki yaşlıların anaokulu çağındaki çocuklarla vakit geçirerek kendilerini daha az yalnız hissetmesi, bunun yanı sıra kuşaklar arasındaki iletişimin güçlendirilmesini hedefliyor. Biri diğerinin toplumdan dışlanmadığı hissini getiriyor yanında, diğeri masallar ve çeşitli maharet gerektiren işler öğreniyor, hayat dersleri alıyor. Böyle bir buluşmayı biz niye sağlayamadık, geçmişimizde “Darülaceze” örneği olduğu halde? Açıkçası, yaşlılarımızın maruz kaldığı mekan problemiyle yüzleşmek ağır geliyor bize. Böyle bir mesele yokmuş gibi davranmayı yeğlerken, huzurevi sayısında eksilme yaşanmıyor tabii.
İnsanlar çekirdek aile yuvalarına göre çok daha uzun ömürlü artık. Japonya’nın Yamanashi Prefektörü’nde bulunan yaşlılar için açılmış Fuji Dağı manzaralı üç tesise bir anaokulunun da eklenmesi, yaygınlaşan bir kaygının eseri. Yaşlılar için açılmış tesisler, çevre halkıyla kaynaşma sağlanacak şekilde tasarlanmış. Çay kahve içilebilecek dinlenme alanı ve bölgedeki çocukların yararlanabileceği anaokulu tesisi çevre halkının ilgisine açık tutuyor. Mekanlar çevredeki farklı manzaraları görebilecek ve aynı zamanda aralarındaki bağları, geçişleri koruyabilecek şekilde düşünülmüş. Çatılar yumuşak kıvrımlarıyla binanın alanını farklı açılardan görmeyi ve binaya çeşitli yönlerden yaklaşmayı mümkün kılacak şekilde tasarlanmış.
Bu proje Japon mimarların bir tür “ättestupa”lı mazi karşısında taşıdıkları utancın bir özrü sanki. Çocukların yaşlılarla ortak alanlarda buluşmasını kolaylaştıran mekanlar, orta yaşlarda yol alan ebeveynler için de yuvanın ve hayatın anlamını düşündüren doğaçlama dersler içerecektir. Haberi okurken David Harvey’in Umut Mekanları’nda yaptığı mekan önerileri arasında yaşlıları ilgilendiren bir madde okumadığımı hatırladım. Aliya, dinlerin aileye, ütopyaların ise komüne dayandığını yazdı Doğu ile Batı Arasında İslam’da. Komünlerde kimse kimseye ilanihaye katlanmıyor; şefkat, merhamet bir yana dursun. Rus anarşist Piyort Tkaçyev (1844-1886) yirmi beş yaşından büyük herkesin öldürülmesini talep ediyordu. Aile kurumuna dönük keskin eleştiriler içeren “Bizi Aşktan Koru” isimli kitabıyla tanınan 68’li Susane Brogger ise, 1990’larda aile üzerine görüşlerini değiştirmesini sorgulayan Duygu Asena’ya şunları söylemişti: “Aile engellileri, yaşlıları ve hastaları şefkat ve anlayışla sarmalayan tek kurum.”
Yaşlıları ve çocukları bir araya getiren bir projeye son romanım “Şirin’in Düğünü”nde yer vermiştim. Şirin vefat eden halasının evini onun hatırasına bir huzurevine dönüştürmek ister ve huzurevinin oluşumu sürecinde yaşlıların etraflarından yalıtılmışlığını sorgulamaya başlar. Sonra da ortak bir çözüm geliştirir arkadaşlarıyla. Her yaşta kimsesiz ve yardıma muhtaç insanı bir araya getiren bir “aile ocağı” kurmaya karar verirler. Tabiata doğru genişleyen mekânlarda oluşacaktır ocak. Kimse ömrünün kış çağında kendisini boşu boşuna bir ömür tüketmiş bir asalak gibi hissetmemeli, hayatı hiç de öyle yaşanmadığı halde.
Siirt’te yapılan huzurevinin sadece tek kişi kaldığı için otele dönüştürüleceğini öğrenmiştim, iki yıl önce gittiğimde. Toplumumuzun yaşlılarına ilişkin bakışını temsil eden bir örnek bu. İnsanlar ebeveynlerini büyük bir mutlulukla huzurevlerine yerleştirmiyor; bu çoğunlukla böyle. Kent hayatlarında mecbur kalınan huzurevi yalnızlıkları piyasa sistemini canlı tutan ilkelerden bağımsız düşünülemeyeceği için de mimarlık projelerinde yaşlılar yok sayılıyor. “Ättestupa” farkına varmadan nasıl da sızmış kültürümüze!