Birkaç yıl önce, “Suriye Türkiye’nin içişleridir” denildiğinde, bazı siyasetçiler, siyaset bilimciler ve gazeteciler, bu saptamayla alay ediyorlardı. Bugün, Suriye’nin bırakın sadece Türkiye’nin içişleri olmasını, bütün Ortadoğu ülkelerinin içişleri meselesi olduğu daha da aşikâr hale geldi.
Suriye’deki güç çekişmesi, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar bütün Ortadoğu’yu bölgesel bir savaşa sürüklüyor.
Suriye’nin küresel bir savaşın nirengi noktası olmayacağı da meçhul. Bir adım ötesi orası çünkü: Cehennem.
Körfezin iki kutbu İran ve Suudi Arabistan ekseninde yaşanan gelişmeleri takip ediyorsunuzdur.
Suudi Arabistan, geçtiğimiz günlerde, ülkedeki Şii azınlığın liderlerinden biri olan Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’in de yer aldığı 47 kişiyi idam etti. İran, bunun üzerine Suudi Arabistan’dan “ilahi intikam” alacağını açıkladı ve Tahran’daki Suudi Arabistan elçiliği ateşe verildi. Derken, Suudi Arabistan, Bahreyn, Sudan İran ile diplomatik ilişkileri bütünüyle kestiğini açıkladı. Birleşik Arap Emirlikleri de İran’la diplomatik ilişkileri en alt seviyeye çekti.
Olayın özeti bu… Ve bütün bunlar sadece 48 saat içinde oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar savaşın eşiğine gelindi. Diplomasi öldü, kravatlıların yerini üniformalılar; sözlerin yerini mermiler alacak belki. Maalesef, gidişat böyle.
Her şey 48 saat içinde oldu derken, elbette durum, Picasso’nun “40 yıl artı iki dakika” metaforundan farklı değil. Olayın bir arka planı var.
Bu arka plan, İran’ın, 1979 Devrimi’nden sonra Ortadoğu’ya devrim ihraç etme hevesine; 1981’de, Hacc’da Sünniler Kâbe’yi “Lebbeyk Allahüme Lebbeyk” dualarıyla tavaf ederken, Şiilerin “Lebbeyk ya Ali Lebbeyk, Lebbeyk ya Humeyni Lebbeyk” diye sloganlar atmasına; 1987 Temmuz’undaki Kâbe Baskını esnasında Şii hacılar ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda 300’ü Şii, yaklaşık 400 hacının hayatını kaybetmesine; Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliğinin işgal edilmesine; 1988’de Suudi Arabistan ile İran’ın diplomatik ilişkilerinin tamamen kesilmesine kadar uzanıyor.
Güncel sorunların kaynağı ise 2003’e uzanıyor.
ABD’nin işgal edip çekildiği Irak’ta iktidarı İran etkisindeki Şiiler devralınca, Suudi Arabistan’da alarm zilleri çalmaya başladı. Keza, Körfez’deki Şii azınlıklar da İran’ın desteğiyle
Irak’taki dönüşümü klonlamak istiyorlardı. İran da, 79’dan sonra başlattığı “devrim ihracına” kaldığı yerden devam edecek zemin arayışı içindeydi. İran’a göre Irak’taki dönüşümle o zemin kendiliğinden oluşmuştu.
İran destekli Hizbullah’ın 2006’da İsrail ile 33 gün süren savaş sonunda psikolojik ve siyasi üstünlük sağlaması da, Şii dünyasına özgüven kazandırmıştı.
İran, devrim ihracını Körfez’in doğu yakasına, Bahreyn’e taşımak istedi. Başarılı olamadı. 2011’deki Arap Baharı’nın etkisiyle Bahreyn’de başlayan Şii kalkışması, Suudi Arabistan’ın gönderdiği askeri birliklerce bastırıldı.
2011’de Suriye’de başlayan iç savaşta da İran ve Hizbullah rejim destekçisi, Suudi Arabistan ise muhalefet destekçisi olarak karşı karşıya geldi. Suudi Arabistan maddi yardım sağlarken, İran ve Hizbullah doğrudan askeri güç göndererek Suriye iç savaşının tarafı haline geldiler.
Dananın kuyruğunun koptuğu yer ise Yemen… İran’ın desteklediği Husiler 2015’te Yemen’in büyük bölümünü ele geçirdi. Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon Husilere karşı hava saldırıları başlattı. Ancak, üstünlük sağlayamadı… Bahreyn ve Yemen hamleleri, İran’ın Suudi Arabistan’ı çepeçevre kuşatmak istediğinin en önemli göstergesiydi.
İran’ın, bütün bu planları devreye sokarken, geçen yıl temmuz ayında nükleer müzakerelerde uzlaşması ve Batı ile ilişkilerini normalleştirme girişimleri de Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini tedirgin etmeye başladı.
Meseleye bu geniş perspektiften bakınca, gerilimin Şii aktivist Nemr’in idamı olmadığı daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Basbayağı bir savaşın eşiğindeyiz. Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan bir savaşın eşiğinde…
Rusya ve İran’ın birlikte hareket ederek Doğu Akdeniz’e yaptıkları stratejik açılım genişleyerek Basra Körfezi’ne ulaştı.
Rusya ve İran, bölgede kendisine karşı çıkabilecek bütün devletleri, iç savaşlar ya da terör örgütleri üzerinden felç ederek yol alıyor. Avrupa’yı Kırım ile Suudi Arabistan’ı Bahreyn ve Yemen meselesi ile, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ni Daiş ile; Türkiye’yi Kuzey Suriye’deki PYD ve Daiş tehdidi ile felç etmeye, kımıldayamaz hale getirmeye çalışıyorlar.
Böylece, bölgede istedikleri gibi at koşturabiliyorlar. Ukrayna’ya müdahale edebiliyor, Kırım’ı ilhak edebiliyor, Suriye’de muhalifleri kafasına estiğince bombalayabiliyor, Yemen’de darbe yapabiliyorlar… Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi, Rusya ve İran cephesine ilk ve tek sert müdahale oldu. Bütün dünyanın “deliyle deli olmayalım” diye çekimser durduğu, içerideki işbirlikçilerin “ayıyla dans edilmez” dediği bir zamanda, Türkiye, bu iki çılgın ülkeye ciddi bir ayar verdi.
2003 krizinden sonra, birtakım stratejist gazeteciler, ABD’nin bölgede ciddi bir siyaset ortaya koyamamasını, ABD siyaset üretinceye kadar bölgede “siyasetsizlik siyaseti” egemen olacaktır diyorlardı. ABD’nin oyun kurmasını beklerken, “siyasetsizlik siyasetini” yüceltirken, Rusya ve İran sinsice kurdukları oyunu, yayılmacı siyasetlerini dayattılar bölgeye.
Bugün o stratejist gazeteciler, Ortadoğu’da harita yeniden çizilirken, sadece “haritalar yeniden çiziliyor” tespitini yapıyor, oturduğumuz yerden izlememiz gerektiğini telkin ediyorlar.
Hâlbuki kuşatma daralıyor. Doğu Akdeniz savaş gemileriyle dolmaya başladı. Oturup bekleyenlerin yeni haritasını da çizerler, yeni komşularını da belirlerler. Türkmenlerin, ılımlı muhaliflerin üzerine boşuna bombalar yağdırılmıyor. Haritayla beraber yeni bölgesel iskan da planlanıyor; demografi de yeniden yapılandırılıyor. Bu demografi, Türkiye’yi çepeçevre kuşatacak, bölgedeki enerji koridorlarından uzak tutacak, Sünni dünya ile ilişkisini kesecek bir yeniden yapılandırma projesidir.
Demirtaş’ın Moskova ziyaretinden döndükten sonra DTK Kongresinde Türkiye’yi de Rusya’nın ağzıyla “ameliyat masasına yatırılmış 200 yıllık hasta adam” olarak anması, Türkiyelileşme vaatlerini çöpe atması ve “Artık gelecek yüzyılda Kürdistan olacak! Özerk bölgeleri de olacak, belki devleti de olacak” gibi cüretkar sözler sarf etmesi de bu bağlamda okunmalı. Hepsi birbiriyle ilintili, hepsi Türkiye’nin mukadderatıyla, Ortadoğu’nun geleceğiyle yakından ilgili.
Böyle bir süreçte; içerideki vesayetçilere karşı da dışarıdaki işgalcilere karşı da uyanık ve tedbirli olmak lazım. Hepsinden önemlisi cesur olmak lazım. Türkiye’nin “200 yıllık hasta adam” olmadığını göstermesi lazım.