At yarışçısı ve öteki adamlar

Birazdan içeriye gürültüyle bir adam girecek. Bu gürültü, hiç de hayali bir yer olmayan Hayal Kahvesi’nin gediklisi Abdullah abinin az sonra mesaiye başlayacağının ilk ve son işaretidir. Çünkü kalın sesiyle herkese selam verdikten, bazı masalarla lütfen ilgilendikten sonra köşesine çekileceğini, köşesine çekilince de felsefe tahsil eder gibi yarışmakta olan atlarla ilgilendiğini herkes bilir. Orta boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı ve iri ellidir. Yaz ya da kış, takım elbise giyinmeden mekâna geldiğine kimse şahit olmamıştır. Tanımayan biri, onun bütün masaya yayılarak bir takım kâğıtlarla ilgilendiğine görse, mesai sonrası aklına takılmış bir dava dosyasını yeniden gözden geçiren bir avukat sanabilir. Oysa tahsilini pek çok efsane atın ayak izlerine bakarak yapmış olan Apo Bey, tam o anda Adagüzeli ile ilgilenmektedir. Dahası, Acemkızını mı tercih etmeli yoksa Adagüzeli’ni mi hususunda önce kararsız kalmış ama içindeki sese kulak vererek gönlünü Adagüzeli’ne kaydırmıştır. Aslında onun hayatının özeti bu “içindeki ses”tir. İnatla onu dinlemiş ve onu dinlediği için birkaç daire parasını “kaybeden atlar”a yatırmıştır. Olsun, mesleğinde bilgeleşen Apo Bey için mühim olan yarıştır. O, hayatını “kaybeden atlar”la geçirmeye alışmıştır…

Avukat Nurullah, hayal Kahvesi’ne ilk takılmaya başladığında, mesleğinin kredisine çok güvenmişti. Oysa burada oturanlar iki sebepten dolayı Avukat Bey’e başlangıçta pek bir itibar göstermedi. Birincisi, zaten buraya itibardan düştükleri için gelmişlerdi. İkincisi ise, bir başkasının hikâyeleri üzerinden de olsa dışarıdaki hayatı konuşmaya hiç de hevesli değillerdi. Böyle yorucu bir işe girişmektense kâğıt dizmeye, ucuz gazeteleri okumaya, masanın kadife örtüsüyle oynamaya, çay bardaklarına bakıp düşünmeye ve tabii ki at yarışlarını seyretmeye devam ettiler. Davasına baktığı insanların pürdikkat kendisini dinlemesine fazlasıyla alışkın olan Nurullah Bey, zamanla bir merdivenden iner gibi mevkiinden aşağıya indi ve nihayet cemiyete kabul edildi. Kendisinin de şimdilerde çok iyi bildiği gibi bu, artık geri dönüşü olmayan bir yoldu. İnsan bir kez Hayal Kahvesi’nin adamlarına karışınca, ağır bir hastalık geçirdiğine ya da öldüğüne dair haber gelinceye kadar kaydı silinmezdi. Zaten burası, hayatın kıyısına iteklenmiş olanların küçük yurdu sayılırdı; hiç kimsenin dışarıdaki hıza, gürültüye, kazanma arzusuna tahammül edecek bir hevesi kalmamıştı. O vadilerden geçmiş, işte buraya gelmişlerdi. İnsan burada, ömrünün bütün müştemilatından kurtuluyordu…

Hayal Kahvesi’ne bu kadar da haksızlık etmeyelim. Çünkü onun hâlâ hayatın, maişetin, yükselme arzusunun, gecikmiş aşk acılarının içinden gelen müşterileri de vardır. Şu masada oturanlar mesela, bir Klasik Türk Musikisi topluluğunun saz heyetidir. Çoğunlukla konserden sonra geç bir vakitte buraya gelir, o ney tutan, darbuka parmaklayan, ud tellerine dokunan, keman yoklayan parmaklarıyla iskambil kâğıtlarını okşarlar. Kahveci Murat’a göre bunlar müşterilerinin içinde en efendi olanlarıdır. Neredeyse hiç konuşmaz, semavi bir yalnızlığın içinde yüzer gibi birbirlerine bakar, sonra da gözlerini yine kâğıtlarına çevirirler. Masalardan birinden bir adam kötü bir ses ve bozuk bir notayla “derdimin dermanı sensin efendim” deyiverse, ne tanburide ne neyzende ne udide ne de kemanide alakadar bir hal sezmek vaki değildir. Yine de bazen içlerinden biri bir şeyler mırıldanır, diğerleri onun mırıldandığı şarkıya neredeyse aynı düzeyde eşlik eder. Hayal Kahvesi, onların bu mırıltılarına alışkın hatta biraz aşinadır. Bu sessizlerin şimdi mırıldandıkları şarkıyı hayatlarının bir yerinde duymuş ama orada bırakmışlardır. Zaten burada oturan herkes bir vakitler bir yerlerde duyulup sonrada unutulmuş birer şarkı gibidir…

Hayal Kahvesi’nin mühim zevatı içerisinde, mutlaka arkadaki duvar dibinde, mutlaka tek başına oturan bir zat da vardır. Sıkça sigara içmek için merdiven boşluğuna iner ve gelip yerine oturur. Cemiyetin içinde ama cemiyetten kopuktur. Kimseyle konuşmaz, kimse de onu konuşmaya zorlamaz. Sürekli karşıya bir yere bakıp düşünür. Burada biraz duralım. Çünkü onun düşünmesi, hâlâ atları tahsil etmeyi sürdüren Apo Bey’den bariz bir biçimde farklıdır. Apo Bey, içinde atlar koşan bir kafadan bakar, bakışları karmakarışıktır. Oysa onun kafasında hiçbir karmaşa olmadığını bir bakışta anlarsınız. Sanki büyük bir acı çekilmiş, o acı üzerinde düşünülmüş, karar verilmiş ve unutulmuştur. Belki de böyle bir unutuşu başarabilmesi için, yaşadığı günlerin tamamını gözden çıkarması gerekmiştir! Çünkü bakışlarındaki acımasız boşlukta hiçbir hayat işareti yoktur. Bir boşluktan bir boşluğa bakar ve uzun süre dikkat kesilen birini yutup içine alır. O ve ötekiler Hayal Kahvesi’nde otururken aşağıdan, Balık Pazarından bazı sesler gelir. Bunlar yaşamakta olan dünyanın sesleridir. Ama oturanlar, bu seslerin ömrün beyhudelik köprüsünden geçmeden mekâna teşrif etmeyeceğini iyi bilirler…