Aşk, eser ve sabır taşı

İnsan egosu sevgi ve aşk konusunda sınırsızca aç, nefsini eğitmeyi ihmal ettiği takdirde. Beni daha fazla sev, artık beni eskisi gibi sevmiyorsun, böyle aşk mı olur… Eksik sevgi gibi fazla sevgi de sakatlama sebebi gerçi. Her şeye rağmen sevilme, her şeye rağmen sadakati bir hak olarak görme… Mann’ın Büyülüdağ’ındaki sanatoryumunun psikologu Krokowoski’ye göre, bütün hastalık belirtileri gizli sevgi tezahürleridir ve hastalık dönüşüme uğramış sevgidir. Bu konuları bir gün sevgili Kemal Sayar’la konuşma imkanı buluruz belki.

İnsan bir saçmalık uğruna yaşamaya katlanamayacağı gibi sevgisizliğe de tahammül edemez. Sevilmemenin ilacı daha fazla sevmek, olmayacak şekilde sevmek gibi gelir. İngiliz Ressam, konsept ve enstalasyon sanatçısı Tracey Emin de bir tepede gördüğü taşa aşık olmuş ve onunla evlenmeye karar vermiş. Sanatçı bir röportajında taşla yaptığı evliliği şu şekilde anlatıyor: “Denize bakan bir tepede, çok güzel eski bir taş gördüm. Orada beni bekliyordu.” Bu evlilik ömür boyu sürer mi bilinmez, ama kuşkusuz her kavramsal sanat performansı gibi, düşündürüyor.

Aklıma “Sabır Taşı” masalını da getirdi bu alışılmamış sanatçı evliliği. İyiliğe değil de entrikaya, vefaya değil laf cambazlığına inanmaya hazır kişiye aşık olmanın muhtemel ağırlığını ancak orada dinlediği halde sükunetini koruyan bir taş dengeleyebilir sanki. Bir eser için şartlarını oluşturmaya çalışırken zamanla yarışan her kadın sanatçının benliğinde de bir sabır taşı masalı uğultusu olmalı.

“İnsan ancak yanında sevdiği biri varsa kendine benziyor” diye yazmıştım not defterime, elli yıldır birlikte yaşayan bir çiftle tanıştığımda. Hem ayrı ayrı hem ortak bir varlık sergiliyorlardı. Yüz hatları zaman içinde yerli yerine oturmuş gibi dingin ve bakışları gülümsüyordu. Adam balıkçı, kadın memurdu. İçlerinden biri sanatçı olsaydı değişir miydi yüz ifadeleri acaba…

Terk etmeyen, istikrarlı, sözüne sadık aşık bir efsane kahramanı gibi görünüyor benlik savaşlarının zemininde. Kadın sadece şiirlere ilham perisi olmakla kalmak istemiyor, kendi şiirinin uzamını oluşturmaya çalışıyor çünkü. Kuşkusuz aşka ilişkin kabul ve alışkanlıkları alt üst eden başlatılmış bir tartışma bu: Doktora çalışması için kütüphaneye kapanan Monna Rosa aynı zamanda uzak bahçelerde gezinen rüya kadını olmayı nasıl sürdürebilecek… Kadınla erkeği hak ve vazifeler bağlamında eşitleyen sürecin –mesafe kaybı yüzünden- aşkın aleyhine işlediği yaygın bir kanaat. “Aşk yok; çünkü biz sinik, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız” diyor Kristeva.

“Aşk yok” denilir, ancak kimse eşyanın büyülü bir örtüyle değişmeden kaldığı bir dünyaya kolayca katlanamaz. Zaten taştan bir kalbin varmış gibi davranarak da nereye kadar keşfedebilirsin kendiliğin uçsuz bucaksız coğrafyasını… Bilmezlikten gelemez sanatçı, “kendini gerçekleştirme” denilen inşa süreci aşkın eksikliğinde bir yalana dönüşecek.

Yürek kendini korumaya almak için taşlaşmaya başladığında, bunun üstesinden gelmeyi mümkün kılacak bir söyleşi de ancak bir taşla gerçekleşebilir sanki. Taş taşa karşılık gelir, taşlama alıp başını gider… Taş taş değil bağrındır bu taş senin, demişti ya Osman Sarı. Kim içini dökmek isteyen kişi karşısında bir taş kadar ketum ve sırlı davranabilir? Sanatçının taş sevdası aslında aşka karşı bir kalkan.

Tıpkı sanat ve devrim gibi bir “olay” öngörülmezliği içinde çıkıp geliyor aşk çünkü ve gelişinden sonra da hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor. İyi hoş da aşk halinin sürekli soruşturmasının gerginliğine kim sonuna kadar katlanabilir? Bir o taraf vazgeçiyor bir bu taraf, bir o taraf yenik düşüyor bir bu taraf ve teslimiyet de aynı şekilde öğretici bir süreç halinde ilerliyor. Başlangıç sözlerini sürekli tazelemenin sadakatini talep ediyor aşk, “Biz” varlığını tek kişiye dönüştürüyor usul usul, en baskın olanın programı üzerinden. Bir erkeğin eseri için karısının tahammüllü olmasına alışılmış, ama bir kadının esere yoğunlaşması için kocanın tahammül göstermesi müstesna bir örnek sayılır. Sanatçı kadının taşa duyduğu aşk, “Biz” varlığı içinde erkek tarafının programına indirgenmeye itiraz.

Tabii taşın sabrının da sınırı var; masalın içeriği sorunsuz değil, belki yeniden yazmak gerekir metnini. Nasıl yani, ara bozucu fesat her zaman “siyah tenli” bir köle mi olmalıdır?

Entrikaya başvurmaya gönül indiremeyecek prensesin, “siyah tenli köle kız”ın kandırdığı prense gerçekleri bildirmesini sağlamıştı, taşın dostluğuna sığınmak. Orada taş, bizi yanlış anlamasına ihtimal veremediğimiz içsel sestir, böylelikle aşık olunan kişide varlığı umulan, ama aynı zamanda –aşk hiç değişmeden kalsın istendiğinden, zorunlulukla- tanımlanmakta zorluk çekilenin temsilidir.

Gerçeği arayan kişi için taş ile filozofun aynı anda bir ağızdan konuştuğunu öne süren skolastiği hatırlamamak mümkün mü? (Jung, Dört Arketip, sf. 65, Metis). Taş, bile bile içine düştüğümüz kendilik yanılgısının metaforu. Bize karşılık vermez, sessizliğini hayra yorarak kendimize müsamaha gösteririz.

Her şey fazlasıyla hesaplı kitaplı olduğunda aşk gibi eser de olanaksız hale geliyor, bu yüzden büyünün yanıltma payını sineye çekiyor, masalları hayra yorarak okumaya devam ediyoruz. Sabır Taşı, aşkın kör kaldığı sahnelere karşı eserin gözü ve gönlü açan öğrenciliği olamaz mı? Öngörülemezliğiyle geldi aşk, evet ama kime ne faydası dokundu, hangi yaraya merhem oldu, nasıl bir körlüğü aydınlığa kavuşturdu. Aşk sırf kendiliği besleyen bir kaynak olmamalı, diye öğreniyor eserde yol alan, aşk adına süren cinayetler üzerine düşünürken. Kendisine bağışlananı toplumun iyiliğine seferber edebilecek bir gelişmeye yol açmıyorsa, kime ne faydası olur böyle bir coşkuyla dolup taşmanın zaten, diye soruyor ardından.