Arap Baharı sürecine aktif katılmış biri olarak Cezayir ve Sudan’da yaşanan son gelişmelere biraz endişeyle yaklaştığımı söylemeliyim. Netice umarım askerî yöntemlerin çıkmaz sokağına saplanıp kalmaz. Yine de her iki devrimin önderlerinin gençler ve bilhassa kadınlar oluşu bir nebze olsun durumu kurtarıyor.
Elbette her iki “devrimi” aynı çuvala koymak mümkün değil. Kimilerine göre Cezayir kendi Arap Baharı’nı kanlı bir şekilde çoktan yaşadı bile. 1992 yılında ülke tarihinin ilk demokratik seçimlerinde İslami Selamet Cephesi’nin iktidara gelişini engellemek için yapılan askerî darbeyle başlayan “kirli iç savaş” 200 bin cana mâl olmuş, 15 bin kişi de kayıp olarak kayıtlara geçmişti.
O günlere şâhit olanlar Cezayir ordusunun sahte operasyonlarla şiddeti nasıl bilerek tırmandırdığını elbette hatırlıyorlar. Nitekim o günleri yaşamış bir Cezayirlinin son yaşananlara ilişkin bana söyledikleri aynen şu oldu: “Biz zaten bir ‘Arap Baharı’ yaşadık. Bu da netice itibariyle aynısı olacak, bir sonuç vermeyecek. Eski rejim yine devam edecek, her şey bir isim değişikliğinden ibaret kalacak.”
Kısmen hak vermekle birlikte aynı görüşe tamamen katıldığımı söyleyemem. Neden derseniz, 42 milyonluk ülkenin yarısını 27 yaş altı nüfus oluşturuyor. Gösterilerin arkasında işte bu genç kitle var.
Beklentiler yüksek
Gençlerin hayattan beklentileri yüksek. İyi bir kariyer, daha iyi bir eğitim, ekonomide fırsat eşitliği ve şeffaf bir yönetim modeli talep ediyorlar. Yaşı fazlasıyla kemâle ermiş Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika’yı görevinden istifaya zorlayan sokak protestoları, gençlerin taleplerini dillendiren sloganlardan geçilmiyor. Gençlerin sakinleşmesi isteniyorsa sistemin bir değişikliğe gitmesi şart görünüyor.
Oysa ordunun en tepesinde yer alan General Ahmed Gaid Salah geçen hafta protestocuları “ısrarcı ve mantıksız taleplerde” bulundukları iddiasıyla uyarmayı tercih etmişti. Cezayir’in yaşlı generalleri gençlerin taleplerine kulak asmayabilir. O zaman da hemen yanı başlarındaki Libya’da yaşananları ibretle izlemeleri yerinde olur. Birleşmiş Milletlerin desteklediği Trablus hükümeti bile şu günlerde pek güvende değil.
Belki ben fazla iyimserim fakat Arap Baharı’ndan sağ selamet çıkmayı beceren tek ülke olan komşu Tunus, Cezayir’e ilham kaynağı olabilir, Daha doğrusu olmalı.
Gelecek ilkbaharda bir grup kadınla Cezayir turu yapmayı planlayan biri olarak gençlerin gönlünden geçenleri önemsiyor, en azından yaşlı generalleri yumuşak bir geçişe ikna edebilmelerini umut ediyorum. Çünkü Cezayir’in artık ‘güçlü tek adam’ beklentisi ve ihtiyacı içinde olmadığını görebiliyorum.
Dediğim dedik, topluma gerektiği gibi söz hakkı tanımayan bölge ve dünya liderlerinden artık gına gelmiş durumda. Ne ABD, ne Rusya, ne de Çin bu konuda iyi bir örnek teşkil etmiyor. Trump gibi, Putin gibi, Sisi ve Netanyahu gibi gürültücü, tehditkâr ve kabadayılık satan lider profillerinin hiçbiri Cezayir benzeri bir toplumun ve bilhassa gençlerin taleplerini anlayabilecek inceliğe sahip değil.
Sudan modeli farklı
Sudan’ın kendine has bir değişim talebi var ve bu değişimin öncüsüyse ilham verici bir şekilde kadınlar. Sudan’ı önceki yıllarda enine boyuna arşınlamış biri olarak Darfur’un banliyösünde kadınlar tarafından düzenlenen bir konferanstan hayli etkilenmiş olduğumu burada ifade etmeliyim.
Orada da erkekler çatışıyor fakat ceremesini nedense hep kadınlar çekiyordu. Toplumun yaralarını sarmak onların üzerine düşüyordu. Sudan’da iktidarı devirenin kadınlar olması bu nedenle beni pek şaşırtmadı doğrusu. Ömer Beşir’i ve peşinden ikinci adam Avad bin Avf’ı onlar devirdi. Taleplere gereği gibi cevap veremezse sıradaki isim Abdülfettah Burhan olacak.
Devrimler pek seyrek olarak mutlu sonla biter. Hayatın üzücü gerçeği budur. Fakat ben yine de Cezayir ve Sudan’da bu döngünün kırılmasını ve bize umut verecek gelişmelerin yaşanmasını bütün kalbimle temenni ediyorum.
Kadınlar ve Assange ikilemi
Londra’daki Ekvador Büyükelçiliği’nden alındığı günden bu yana Wikileaks kurucusu Julian Assange konusunda meydana gelen gelişmeler tam bir sirk havası içerisinde geçiyor. Şahsen Assange’ın insan hakları konusunda kötü bir karneye sahip olan ABD’ye iade edileceğini sanmıyorum.
Guantanamo gibi bir fecaat yuvası açık olduğu sürece hiçbir ülke ABD’ye suçlu göndermemeli. Fakat hafızaların bu kadar unutkan olması fazlasıyla can sıkıcı. Assange’ı Ekvador elçiliğine sığınmaya götüren asıl nedeni çoğu gazeteci ve siyasetçinin gözden kaçırması gerçekten vahim.
Unuttuk mu, Assange İsveç’de iki kadına tecavüz etmekle suçlanmıştı. Yargılanırsa hakkında Amerika’ya iade kararı çıkacağını söyleyip kefaletle yakayı sıyırmıştı. Masum mudur, değil midir, bu iğrenç suçu gerçekten işleyip işlemediğini bilemem fakat bir kadın olarak tecavüz suçlamasını Pentagon’un ezik egosundan daha ciddiye alırım.
Kimse çıkıp da ortada verilmiş hüküm yok filan demesin çünkü İsveç yasalarına göre hükmün verilmesi için sonraki aşamaya geçilmesi gerekiyordu. Ne yazık ki daha savcı ve polis tarafından doğru düzgün sorgulanmadan Ekvador elçiliğine sığınma olayı gerçekleşti. Assange iddiaları en başından beri reddetti, belki de öyledir fakat kadınlarla adaletin karşısında bir kez bile yüzleşmedi ki… Bu mesele gündeme gereği gibi getirilmedi çünkü Batı ülkelerinde tecavüz şikâyetleri sıradan sayılıyor. İsveç’e iade gerçekleşirse dava yeniden açılabilir.
47 yaşındaki Avustralya doğumlu Assange diğer iddialardan yakayı sıyırabilir fakat bu dava başka. Destekçileri ne düşünürse düşünsün, durum bu. Adalet isteyen kadınların sesini kimse duymayacak mı?
İlhan Ömer ve Amerikan rüyası
1992 yılında küçük bir mülteci olarak New York limanına ayak basan Somalili Müslüman İlhan Ömer’e yapılan muameleyi kınıyorum. Zeki ve başarılı bir karakter olarak Amerikan Kongresinde bileğinin hakkıyla yerini aldı. Amerika’nın İsrail’e verdiği şartsız desteği sorguladı diye adı kötüye çıktı ve sadece Cumhuriyetçilerden değil kendi partisinden tepkiler aldı. Hedef tahtasına konuldu, 11 Eylül teröristleriyle aynı kefede değerlendirildi. Trump’ın danışmanı onun hakkında “pislik” diyecek kadar alçaldı.
“Amerika’yı yeniden muhteşem yapmak”tan bahseden Trump’a gelince… Bir mülteci olarak sıfırdan yükselen, bir Amerikan rüyasını gerçekleştiren genç bir kadının bu tür muameleyi değil, övgüyü hak ettiğini bilmesi gerekiyordu. Fakat nerede?