Bursa’dan Balıkesir’e doğru giderken, eğer yoğun bir trafik yoksa, Ulubat Gölüne ve gölün içine kurulmuş bir kuş yuvasını andıran Gölyazı Köyüne göz ucuyla bakmaktan zevk alırsınız. Sonra da atları ve at çiftlikleriyle meşhur Karacabey’in kıyısından kıvrılıp, gölü arkanızda bırakırsınız. Ama bu yolun devamı da güzeldir. Yalnızsanız, kendi aracınızla seyahat ediyorsanız, radyonun ibresini oynatır, bir istasyondan diğerine kâh bir şarkı kâh bir sohbet dinleyerek, manzarayı tamamlarsınız. Hatta bazen, bu radyolardan birinde tanıdığınız/sevdiğiniz bir yazarın konuşmasına da rastlamanız mümkündür. Böyle zamanlarda, sanki arabanızın sağ koltuğunda bir yol arkadaşınız varmış, bir başkasıyla değil de sizinle sohbet ediyormuş duygusuna bile kapılabilirsiniz. Sonradan hayatımıza giren iletişim araçlarından hiç birinin radyonun sıcaklığını vermediğini yine böyle yolculuklarda anlarsınız. Bir de geçtiğiniz her şehirde size eşlik eden yerel radyolar vardır; kısa bir sinyal aralığında ses verir, araya giren bir tepe yüzünden susarlar. Ama bu radyonun susması anlamına gelmez. Nöbeti ya ulusal bir kanal ya da bir başka yerel kanal devralır. Radyo, yolcuyu yalnız bırakmaz.
İyi de ben, başlığını “arabesk ezan” koyduğum bir yazıda niye koca bir paragraf boyunca yolculuktan ve radyodan bahsedip durdum? Çünkü geçtiğimiz hafta kendi vasıtamla Bursa’dan Balıkesir’e doğru gidiyordum. Önce göz ucuyla Ulubat Gölünü süzmüş, gölü ardımda bırakınca, artık radyo kanalları arasında dolaşmanın vakti geldi diye geçirmiştim içimden. Birinden ötekine dolaşırken, bestesi ezana benzeyen bir şarkı çalınıyor zannederek, bir an duraladım. Hayır, bestesi ezana benzeyen bir şarkı değildi kulağıma çalınan; bir müezzin bayağı ezanı şarkı gibi okuyordu. Müezzinin bir camide görevli olmadığını da anlamak güç değildi. Çünkü ezanı bu tarzda ahaliye okumak, ancak çılgınların yeltenebileceği bir cesaretti. Belli ki ezan, radyolarında okunmak üzere, bir dini grubun kendi mensuplarından güzel sesli birine okutulup, kayda alınmıştı. Söylenişi, çocukluğumuzdan beri duyduğumuz ezanlardan hiç birine, hiçbir vaktin makamına uymuyordu. Sanki bu genç dindar bir kıza âşık olmuş, onun gönlüne girebilmek için ezanı arabesk bir şarkı haline getirmişti. Kâh ağlamaklı oluyor, kâh dertleniyor, ses bir vadiden diğerinde dolaşıyor, sonra bir es verip bilinmez yeni makamlara doğru savrulup gidiyordu. İşin tuhaf tarafı, sadece bir tek arabesk nağmede de karar kılmıyor, gönlünden geçtiği gibi nağmeler arasında dolaşıyordu.
Dindar radyo kanalımızın biz müminlerin gönlünü fethetsin diye okuttuğu ezanı dinlerken bir yandan gülmek istiyor, öte yandan da Ezan-ı Muhammedi’ye saygısızlık etmemek için dudaklarımı ısırıp duruyordum. E herkesin kendini yenilediği, “artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım” diye birbirini ihtar ettiği bir ülkede, ezanı da zamana uydurmadan olmazdı tabi. Ama gençleri süfli kültürden kurtarayım derken, ezanın okunuşunu süflileştirdiklerinin farkında bile değillerdi. Dahası, bu coğrafyada yaşayanların binlerce yıldır kulak aşinalığı kazandıkları bir ezan okuma geleneğinin olduğunu, Gayrimüslimlerin bile aynı kulak aşinalığından paylarını aldıklarının da farkında değillerdi. Anadolu’da okunan Ezan-ı Muhammedi’ye yüz yılların kaderi, her bir bölgenin şivesi, kuş ve rüzgâr sesleri, zaferlerin ve yıkımların halet-i ruhiyesi, ölümün ağırlığı, doğumun sevinci ve büyük sanatkârlar tarafından nihai kıvamının verildiğini de bilmiyorlardı. Bilmiş olsalar, hem de radyo üzerinden bu arabesk şarkıyı insanlara dinletmeye kalkmazlardı. Yine de bana çektirdikleri eziyet sırasında bir hakikati keşfetmiş oldum: Ezan bu toprakların şifresidir; usulünce okunduğunda dine mesafeli duranlara bile kendi yurtlarında oldukları hissini verir…
Ezanın sözü din, söylenişi kültürdür. İlkinin manası okunduğu hiçbir coğrafyada değişmez ama ikincisinin edası her coğrafyada şu ya da bu ölçüde değişir. Orta Asya’da dinlediğiniz ezanın Afrika’nın herhangi bir bölgesinde dinlediğiniz ezandan söz olarak bir farkı elbette yoktur. İslam dinine mensup biri, onu her nerede duysa, kulağına ana lisanından bir şey söyleniyor duygusuna kapılır ve bir ezanın bütün dini çağrışımlarını hisseder. Bir de meselenin kültürle, coğrafyayla, gelenek ve tarihle ilgili cephesi vardır. Mesela bir Türk, Balkanların herhangi bir köyünde okunmakta olan bir ezanı duyduğunda, Afrika’da duyduğunun üstüne başka bazı şeyler de hisseder. Çocukluğunun mahallesini mesela, doğup büyüdüğü toprakları, memleketini. Hatta bir memleket özlemine bile kapılabilir. Bir Balkan köyünde duyduğu ezan, din kardeşliğinin yanında, bir komşunun sesini de hatırlatır. Karacabey’in düzlüğünde, bir radyodan dinlediğim “arabesk ezan” sadece söylenişi açısından kültürel bir fecaat değildi, perişan ağlaklığı yüzünden “söz”ün anlamlarını da zedelemekteydi. Mısır ya da Arabistan usulü tilavetle başlayan modanın eninde sonunda varacağı yer buydu. İstanbul ezanlarından arabesk ezana! Medeniyet meselesini, bir de ezan tilaveti üzerinden düşünmekte fayda var.