Annem burada nasıl bir hayat yaşadığımı bilmiyor. Bazen telefonda konuşurken, sesimdeki telaşı saklamak için elimden geleni yapıyorum. Bir cami duvarına ya da bir ağaca yaslanıp sesimi kontrol etmem gerekiyor mesela; zor yetişilmiş bir otobüsle biraz sonra inilecek metro tüneli arasında, bir annenin dünyasına gidip gelmek hiç de kolay değil. Bir de çocukluğum boyunca tekrarlanmış bir cümle yüzünden kendimi biraz suçlu hissediyorum: “Acele işe şeytan karışır!” O durgun taşralarda, o uzun esnenen yerlerde ben de yaşadım; hiç acele etmeye gerek yok, bütün çarşı iki saatte bitiyor zaten. Sonra bir yere oturup, günün geri kalanını nasıl geçireceğinizi düşünüyorsunuz. Bizim günümüzden geriye hiçbir şey kalmaz, bir de bakarız ki akşam olmuş. Kimi akşamlar, eve gitmeyi biraz erteleriz; mesaiden kurtulmuş olmanın tuhaf bir tadı vardır çünkü, ışıkların altında bir çocuk gibi yürürsünüz, kafelerde kızlar gülerek bir şeyler anlatır birbirlerine, kokoreççinin önünde kuyruklar olur. Burada akşamları çocukların peşine takılan cinler de yoktur üstelik; bunu anneme izah edemem…
* * *
On beş yıldır dergi çıkarıyorum. Aylık ve haftalık olanlarından. Sevdiğim bir iş, şikâyet edecek değilim. Ama bazen, zihnimin bir ‘periyot kölesi’ haline geldiğinden kuşkulanmıyor değilim. Bir dergi bitiyor, bir diğeri başlıyor; yeni toplantılar, yeni gündemler, yeni yazı siparişleri, yarım yamalak işlerden vahlanmalar; işi matbaaya hazır hale getirir getirmez, bir sonraki sayının boş sayfaları önüme diziliyor. Bazı başlıklar ve bazı konuların değişmesi dışında ne var yeni olan? Bir kez değil, bir kaç kez değil, defalarca sordum bu soruyu kendime. Yine de insan kendini kandırmasını iyi bilir: Bu ayki söyleşi mükemmel olmuş, hele şu şiir eleştirisi son zamanların en iyisi. “Son zamanların en iyisi” tılsımlı bir cümledir, her yorgunluğa iyi gelir. Sonunda siz, bir harf bataklığı içinde ismine yer açmaya çalışan yeni yetmelerin, orta yaş bunalımlılarının ve eski kulağı kesiklerin biricik adamı da olursunuz. Taltif edici bir mevkide konaklamak, ‘periyot kölesi’nin nefsini okşadıkça okşar; kalemleriniz sizi ziyarete gelirler, bir yazı, bir haber hakkında konuşursunuz. Bazı özel bilgiler alırsınız bazı kulağı deliklerden. Dışarıdaki hayat gittikçe dışarıda kalır, günler dışarıda kalır, biri baharın geldiğini söyleyince pencereye değil, nedense saatinize bakarsınız…
* * *
Şehrin artık çok büyüdüğünü ve yaşanmaz hale geldiğini söyleyenler var. Ben bu şehri de severim, herkes işinde gücündedir! Aşçılar sabahın köründe sıcak bir çorba için mutfağa girerler; öğretmenler yürüyüşlerine sinmiş o öğretmen halleriyle okulların yolunu tutar; servisler semtlerden emekçileri toplar; mimarlar ofislerine yeni tasarılarla giderler; çiğ köfteciler bulgur karar; çıraklar koşarak anahtar yetiştirir ustalarına. Kimse gün ortasında kırlara gitmeyi getirmez aklına; gün ortası en fazla bir, bilemediniz bir buçuk saattir. Bir yemek, iki sigara, hiç canınız sıkılmadan geçer gider. İnsanlar işlerle meşgul olunca, başka şeyler de düşünmezler üstelik, vesvesenin girdabına düşmeden yorgun argın eve dönerler. Akşamları eve dönenlerin yorgunluğu güzeldir; öylece bir yerlere bakarlar, ne bir kurnazlık vardır bakışlarında, ne bir hesap, ne bir hırs. Bir an kimsenin evine varamayacağını bile sanabilir insan. Vapurlarda, raylı yollarda ve otobüste cep telefonlarıyla oynayanlar, müzik dinleyenler de çoktur. Tarihi büyük manşetler değil, küçük küçük kupürlerle değişir; bu cep telefonları, bu kulaklıklar ve bu metro başka bir dünyanın yorgunlarına aittir ve zaman girdiği yoldan asla geri dönmez…
* * *
Bazen, “uzun bir yolculuğa çıkmalıyım” diyorum kendime. Ama gidecek onca yer varken, nereye gideceğime bir türlü karar veremiyorum. Ege’ye gitsem mesela, antik şehirleri dolaşsam, kör Heredot’un doğduğu kasabayı görsem. Sonra içimden bir ses, “bütün sokaklarında turistlere yağcılık yapılan o göstermelik iyilikler kasabasında ne işin var” diyor; haklı, onu kınayamam. Yönümü hemen kuzeye çeviririm; Karadeniz’in güzelim yaylalarına. “Yeşil bir cennet” derim, “yeşil bir cennet” seni bekliyor. Dağları düşünürken nedense hevesim kırılır birden, o salkım saçak ıssızlık, yamaçları yürüdükçe gövdeme yığılan ter, ansızın değişen iklim, yağmurun altında sırılsıklam kalmak, bütün bunlar bir eziyet değil de nedir? Elbette en iyisi önce içerilere, bozkır bölgesine, peşinden de doğuya, doğunun çıplak dağlarına doğru gitmek. Nedense bu güzergâha hiçbir bahane bulamam. Hemen uzak şehirlere yolcu taşıyan bir otobüsün içinde düşlerim kendimi; pencere kenarında otururum; gittikçe ıssızlaşan yolu, her mola yerinde biraz daha perişan hale gelen dinlenme yerlerini, mesafeleri sesinden geçiren dertli türküleri düşünürüm. Biliyorum, çıkılacak uzun yolculukların en iyisi bu değil; ama ne yapabilirim, ucunda çocukluğum var, annem var, annemin pencereden bakıp bakıp tespih çektiği dağlar var. Siz de biliyorsunuz, insanın geleceğe gitmediği tek yer annesidir…