Anlamadığım aşka dair

Meğerse iş yapmak çok kolaymış. Aşk varsa. Oturup yapıyorsun. Veya kalkıp yapıyorsun. İşin oturarak veya ayakta yapılmasıyla ilgili. Sadece ben günlerce boş açık dosyanın üzerine oturup ne ve nasıl yazacağımı düşünüp taşıyorum. Hele de yazmak ve tercüme yapmak en kolay iş. Sıcakta, masa başında, paşa paşa oturarak. Yatarak yazmak da mümkün. (Şahsen denedim, bel fıtığından kalkamadığım zaman, bir laptop masası icat etmişler, eller tutulmadıysa her türlü yazı yazılır.) Millet evlenerek tercümanlığa taşınıyor. Bir kız birine aşık olmuş, evlenmiş, ülkesine gelmiş, dilini öğrenmiş, mütercimlikle uğraşmaya başlamış. Hani, eskiden aile kütüğünde “evlenerek falanca mahalleye taşınmış” diye kayıt vardı. Şimdi “evlenerek edebi mütercimliğe soyunmuş” diye bir kaydın geçirilmesini öneriyorum. Hatta sosyal medyada yayınevleri tarafından Boşnak gelinlerden edebi tercümanlık yapması istenir. Mübarek yetenekli gelinler!
Ben yirmi yedi senedir evliyim, eşim grafik tasarımcısı, kitap afiş tasarımı nerde, hala gülen yüz dışında bir şey çizmeyi öğrenemedim. Eşim görsellerle kendini ifade ediyor, ben de dilini anlasam bile onun gibi kendimi ifade edemiyorum. Aşkım yetersiz galiba. Sadece ben dünyanın tek sakarı değilim, eşim de bugüne kadar Türkçeden bir kitap çevirememiş, bir divan edebiyatı makalesini yazamamış. Biliyorsunuz, tencere yuvarlandı kapağını buldu. Yoksa millet yetenekli, bir bakıyorsun, evleniyor, mesleği ne olursa olsun, eşinin dilini konuşmakla yetinmiyor, edebi tercümelerini yapmaya kalkıyor. Çeviri teorisi, yılların tecrübesi, edebi çevirmenliğin özellikleri, deyim ve atasözleri aktarma olasılıkları, şiir çeviri bilgisi, üslup bilimi, her şey bir gelinlik bir tek taş yüzükle elde edilirmiş. Yanında bir Trabzon işi bileklik ve kolye olursa, ne ala… Felsefe çevirmenliğine yükseltir.
Tabii ki aşk olmasa bir şey olmaz, aşkla yoğurulur, ortaya nur topu gibi bir roman çevirisi çıkarmış. Aşka bak, mucizeler yaratır… Hadi, abartmayalım, mucize sadece peygamberlere özgü, bu gelinlerin edebi tercümeleri keramet derecesinde. Bunların bir üst kademesi var, kimi mübarek zatların nefesleri o kadar güçlü ki, gelin damat olmadan, Türkçe’nin beş kelimesini bilmeden Yunus’tan Sezai Karakoç’a kadar büyük şairlerin şiirlerini şakır şakır çeviriyorlar… İlham bu, ben ne anlarım bu aşk ilhamı konularından… Peki aslı ile astarı (tercümesi) arasında bir benzerlik var mı? Yok ya, ne anlarım ben bunlardan, bu ilham, keramet, mübarek eserin derin manasına ulaşıp onu aktarmış. Mana bu, mana. Benim kafam da teorilerle meşgul.
Haydi, çeviri bir tarafa, bu şekilde tarih bilgisine de ulaşanlar var. Ulaşır ulaşmaz hemen de paylaşıyorlar. Şehirleşmeden mimarlık tarihine, siyasal bilimlerden sosyolojiye kadar her türlü cevapları var. Bir taraftan bakıyorsunuz, ömrünü bir konu araştırmasına vermiş bir hoca geliyor, Ord. Prof. Dr. ünvanlı, bir tv-programına çağırıyorlar, kendisi bin bir mazeretle iddiaları değil, kaynakları belirterek varsayımları dile getiriyor, bir de stüdyodaki sunucudan ve seyircilerden özür diliyor. Diğer taraftan şu keramet sahipleri geliyor, kameralar önünde öyle bir özgüvenli ki, her konuda hazır cevap… Tarihten sanat tarihine, edebiyata kadar. Bir bakarsın, Bosna’nın fethini anlatırken, sanki Sultan Mehmet Fatih’le Akşemsettin arasında bir hayat sürdüğünü sanırsın.
Bunlar etimolojiden de çok iyi anlar. Yer isimlerinin hangi dilden gelip yerleştiğine dair kanıtları var. ‘Ilıca’ kelimesinin Arapçadaki ‘ilaç’ kelimesinden geldiğini iddia edecek kadar mesela. Bunun yanında en üst kademe keramet sahipleri dilini, tarihini, kültürünü, edebiyatını, coğrafyasını bilmeden bir ülkenin, bir milletin önemli bir unsuru üzerine kitap yazanlar. Girişte, kitabın uzun bir araştırma sonucunda ortaya çıktığını belirtiyorlar. Bunun yanı sıra kamuoyunda bilinen birine bir önsöz yazdırıyorlar, saygıdeğer hocam diye diye, hoca da genç, hevesli birinin gönlünü kırmak istemiyor, bir önsöz yazdı ise, hadi maşallah! Hevesli kerametlinin de şanı şöhreti aniden yükseliverir. Burada kitabın önsözünü yazmayıp eleştirel bir cevap göndererek birinin gönlünü kırmak veya olumlu bir yorumla genç yazarı destekleyerek gönlünü almak, kendine yüz lekesiyle baş ağrısını kazandırmak arasında bir seçim var.
Bir de bunlar aşktan, sevgiden yazıyorlarmış. Bosna sevgisinden, Türkiye sevgisinden, edebiyat sevgisinden. Sevgi çok pak bir duygu. Sonrası Allah Kerim, tanıtımlar, TV programları, konferanslar, kitap satışı… Bir yerden başlamak gerek. İşte aşk nereye kadar getirebilir! Yuh bana, eleştiriyorum onları! Niyetleri temiz işte. Akıbetler ise berbat olunca n’apalım, kısmet… Bir kere böyle bir kitabın önsözünü yazmak istemeyen bir akademisyen arkadaşıma genç bir yazar: “Hocam, siz hataları söyleyin, düzeltirim” diye alçak gönüllük göstermiş. Acımasız hoca da “Kitabınız baştan sonuna kadar hata!” diye yanıtlamış. Yer isimlerinden tarih gerçeklerine kadar hatalar dolu, kavramların tercümesi de yanlış, kitabın içinde görsel malzemeler yazılı malzemelerle alakasız, olsun, genç yazar hatalarına sevgi katmış, aşkla yazmış, desteklemek lazım.
Peki, ya doğruluk, ya söylenen, yazılan sözler için yazarın sorumluluğu, yarın öbür gün birinin bunu kaynak gösterme olasılığı, yanlışların çoğalıp yayılma tehlikesi… Zaten, akademide bile çıkan her eserin, her makalenin tanıtım yazısında övmekten başka bir şey bulamıyoruz. Eleştirel yaklaşım hemen kötü niyetle yorumlanır, eleştirenin adı kötüye, eleştirilen ise mağdura çıkar. Hani bu kopya, bu yanlış, gösterilen kaynakta öyle bir şey yok, yöntem kötü, sonuç da alakaya çay demlemiş yazan yok ki. İlla ki kötü olmak istemiyoruz. Olsak bile, kimseye çaktırmadan kötülük yapıyoruz. Özellikle işi sevgiyle yapanlara.
Sadece ben, belki beceriksiz olduğum için, bugüne kadar grafik tasarımını yapamadığım için kıskançmışım… Bu şöhret veya (az da olsa) gelir getiren aşkı, bu sevgiyi bir türlü anlayamıyorum. Bu aşkı satanları da alanları da anlamıyorum. Yoksa yanlış bir şekilde yorumluyorum. Anlamam, vesselam.