İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan olağanüstü mahkemelerdir. 29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniyye kanunu kabul edildi. Bu kanun kapsamında yargılanacakların muhakemelerini, 15 gün içinde neticelendirip, suçlu bulunanların cezası, Mecliste oylanacak ve onaylananların infazı da hemen yerine getirilecekti. Bu yasa kapsamındaki suçlarla mücadelede, mahkemelerin yetersiz kalmasını ileri süren zamanın idarecileri, İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karar verdiler. Bu mahkemelerin vereceği kararlar kesin olup, itiraz etmek mümkün değildi. Mahkemelerin verdiği kararlara itiraz da aynı mahkemeye yapılıyordu. Fakat itiraz sonunda verilen kararlar, genellikle daha da ağır oluyordu.
Kurtuluş Savaşı’nın önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy hatıralarında, İstiklal Mahkemelerinin bu yönünü şöyle anlatıyor: “İstanbul Mebusu İsmail Canbolat ve Sivas Mebusu Halis Turgut, aldıkları 10 sene sürgün cezasına itiraz etmek istiyorlardı. Acele karar vererek itiraz etmeyin diye ikaz edilmelerine rağmen vazgeçirilemezler. Tekrar müdafaaya alınırlar ve karar: İdam…
İdam hükümleri o gece sabaha karşı yerine getirildi.
Üç Aliler namıyla anılan Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ismindeki hâkimlerin yer aldığı Ankara İstiklal Mahkemesi; Müdde-i Umumi’nin (savcının) 3 yıl hapsini istediği (kimilerine göre 10 yıl) İskilipli Atıf Hoca’yı yargılaması, hukuki olmaktan öte, kanuni bile değildi. Atıf Hoca’nın, İstiklal Mahkemesi yargılama alanına giren, herhangi bir suçu yoktu. Şapka Kanunu’nun çıkarılmasından önce yazdığı, Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli eserinden, Anadolu’ya dağıtmaktan ve bu vesile ile şapka kanununa muhalefet etmekle itham ediliyordu.
Ankara İstiklal Mahkeme Reisi, Kel Ali olarak bilinen Ali Çetinkaya’dır. Diğer hâkimlerden birisi gazeteci Altemur Kılıç’ın babası Kılıç Ali’dir. Bu ikisi de hukukçu olmayıp, asker kökenli milletvekilleridir. Üçüncü hâkim ise Necip Ali’dir. Muhakemeyi, reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yapıyordu. Kel Ali büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi olmadığına dair bir risale yazmıştım.” dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca : “Kanunlara itaat ediyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir.” deyince, hoca sükûnetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hâkimin arkasındaki bayrakta bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun?”diye bağırdı. Hoca: “Şapka bir alamettir, adet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapması için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”
Ertesi günü mahkeme başkanı Kel Ali müdafaasını isteyince:
“Müdafaa etmeyi mucip bir günahımız olmadığı, esasen ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh vicdanınızın vereceği hükme, intizar ediyorum.” der. 3 Şubat 1926 Çarşamba günü, nihai duruşma oldu ve üç Ali’lerden müteşekkil İstiklal Mahkemesi, tarihe kara bir leke olarak geçen kararını verir:
“Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile müderrislerden İskilipli Atıf’ın idamına…”
Atıf Hoca 4 Şubat 1926 Perşembe günü, sabah namazını kıldı. Dua okuya okuya sehpanın yanına gitti. Atıf Hoca vakarla idam sehpasına ilerliyordu. “Zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız.” diyerek, idam sehpasına çıkıyordu.
Cellât tam ipi boynuna geçirdiği esnada, infazı keyifle seyreden Kılıç Ali, Atıf Hocanın başına pis bir şapkayı geçirmiş, “Giy domuz!” diye hakaretler yağdırırken, Atıf Hoca şehadet getiriyordu…
Şevket Süreyya Aydemir Suyu Arayan Adam adlı kitabında, İstiklal Mahkemesi ile ilgili şöyle bir hatırasını nakleder:
“İstiklal Mahkemesi, Hacı Bayram Türbesi’ne giden yolun alt sokağında, iki katlı harap bir binada yerleşmişti. Bu binaya, birkaç kulaç derinliğinde, çamurlu bir avludan girilirdi. Bu avlunun, alçak kerpiç duvarları yıkıktı. Sokak kapısının köhne kanatları, ardına kadar açıktı. Birinci kattan ikinci kata, birkaç ayaklık dik, gıcırtılı basamaklarla çıkılıyordu.
Kâtipler, memurlar, komiserler alt katta iki küçük odaya yerleştirilmişlerdi. Üst katta odanın biri, mahkeme salonu vazifesi görüyordu. Fakat sanıklar biraz kalabalık olunca, oda dar geleceği için, her iki katın dar sahanlıklarına, sanıklar yahut gelen gidenleri oturtmak için, tahta sıralar konulmuştu. Biz, mahkeme binasına girince, evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk.
Yukarıda bir takım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarıda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında, kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış, tartaklayıp duruyordu:
-Nedir bu kepazelik? Şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?
Sonra, sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından, kuvvetli bir tekme yiyen genç, merdivenden aşağıya tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye (1), hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında, boyuna bir takım küfürler, ağır tabirler savuruyordu.
Şapkasını, çantasını güçbelâ toparlayan genç, kendini sokağa attı. Artık, bu tabirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç, bir gazeteci idi (Hikmet Şevki).
Şapka giymenin, henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de, başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına, haber derlemek için gelmişti.
… Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağrıldık. Mahkemeye çağrıldığımız gün, gene aynı yol nizamı tertiplendi. İstiklal Mahkemesinin, iki katlı kerpiç binasına girdiğimiz zaman. Evvelâ gene aynı sahanlıkta, aynı tahta sıralarda oturtulduk. Yukarıda gene aynı hareketler, getirilenler, götürülenler vardı. Bir aralık üst sahanlığın başında, aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine refakat ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hükümlüler arasında, sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin (hoca) başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralarda yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamların ilavesiyle mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu.
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba dua okuyordu. Fakat eskiden Kalpaklı, şimdi Hasır Şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızlarının arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken, dudakları gene kımıldıyordu…”
(1)-Kılıç Ali