Günlerden beridir televizyon kanallarının birinde ünlü bir Suudi din adamı arzı endam edip duruyor. ‘La Tahzen / Üzülme’ isimli çok satan kitabın yazarı Aid el Karni’den bahsediyorum. Karni, Sahve / Uyanış hareketinin önde gelen isimlerinden birisi olarak Muhammed Bin Selman’ın ilan etmiş olduğu ‘Reformist İslam’ı övüp duruyor ekranlarda. Bu durum belki sahici, belki de bir korkuya dayanıyor. Çünkü birçok Suudi din alimi şu an zindanda ömür törpülüyor. Tehdit altında konuşuyor da olabilir, belli menfaatlere istinaden dalkavukluk yapıyor da.
Fakat sebebi her ne olursa olsun, bu durumun Arap dünyasında, Selefi akımı takip edenler nezdinde ve bilhassa Suudi gençliği üzerinde çok kötü tesirleri olacak. Çok okunan, kitapları Arap dünyasında evlerin kütüphanelerini süsleyen birinin söyledikleri elbette yankısını bulacak. Netice itibariyle Bu çok tanınmış davetçinin yaptığı açıklama, Trump’ın Körfez ehlinden ve Araplardan bilhassa Suudilerden talep ettikleriyle tamamen örtüşüyor. Zaten hapiste olanlar da Trump’ın talepleri ve Suudi Arabistan’ın yeni reformist yapısıyla uzlaşamadıkları için çile çekiyor.
Karl Marx der ki “Kapitalizm ne din bırakır, ne sanat ne de edebiyat. Her şeyin kutsallığını silip süpürür.” Derdimiz elbette Marx’ın veya Komünizmin propagandasını yapmak değil. Nitekim Suriyeli birisi olarak Sosyalist Baas rejiminin kamulaştırma diyerek topraklarımızı nasıl çaldığını, ülke servetini nasıl yağmaladığını çok iyi biliyoruz. Fakat burada teslim edilmesi gereken bir gerçek var. Bahis konusu olan Amerika Birleşik Devletleri’nin Yüce İslam dinini ticareti yapılan, alınıp satılan bir meta olarak değerlendirmesi ve kendi çıkarı için kullanıyor olması.
Suudi Arabistan söz konusu olduğunda bu işin kökü 80’li yıllara ve Cüheyman el Uteybi’ye dek gidiyor. Suudi hükümetine bayrak açıp Kabe’yi işgal eden Cüheyman hareketi bastırıldığında Amerika bir durum değerlendirmesi yapmış, bir yandan insanlar üzerinde etkili olan alimlerin ve davetçilerin Suudi yönetimine bağlılığı noktasını masaya yatırmış, diğer yandan radikal bir hareketin kullanışlı olabileceğini keşfetmişti. Peşinden Sahve / Uyanış olarak bilinen hareket sökün etmiş, hükümetle uyumlu sert bir İslamcı hareket toplumsal tabanda zemin bulmaya başlamıştı. Bu hareketin bariz vasfıysa müzik, televizyon, resim ve sanat gibi birçok mübah işi yasaklama cihetine giderek pratik hayatta uygulanması mümkün olmayan fetvaları yayınlıyor olmasıydı. Harekete göre sayılan eylemlerin hepsi zinhar haramdı.
Bu fikriyatın üzerine içi boşaltılmış cihat, daha doğrusu savaş kültürü ekilmeye başlandı. Bundan amaç neydi? Durumun Amerika açısından iki türlü menfaati bulunuyordu. Birincisi, Rusya’nın arka bahçesi tabir edilen coğrafyalarda Müslümanların hassasiyetlerini kullanarak bir karşı cephe açmak ve kendi savaşındaki yükü Müslümanların sırtına yüklemekti. İkincisi çok daha kurnazcaydı. Savaş kültürünü Müslümanlar arasında sempatik gösterip Komünizm sonrası muhtemel düşmanını daha şimdiden manipüle etmekti. Nitekim Afganistan örneği gözümüzün önünde. Bu değerlendirmeyi yaparken elbette samimi duygularla oraya giden Müslümanları ve İslamdaki Cihat kavramını inkar ediyor değiliz. Fakat ortada büyük bir oyunun döndüğünü de görmek icap ediyor. Neticede Rusya coğrafyadan çıkarıldı. Bu, o gün açısından elbette olumlu bir gelişmeydi. Fakat resmin bütününe baktığımızda, Rus zaferi sonrası Afganistan’ın neye dönüştüğüne hep birlikte şahit olmadık mı? Bugün Afganistan denince akla gelen dünyanın bir numaralı uyuşturucu ve terör bölgesi olduğu gerçeği değil mi? Bunu neye borçluyuz?
Sonrasında gerçekleştirilen 11 Eylül hadiselerini de bir hatırlayalım. Amerikan istihbaratının El Kaide isimli örgütü kullandığına şüphesi olan var mı? Bir terör eylemi yapıldı ve neticede Müslüman dünya Amerika tarafından başka bir formata çekildi. Amerikan hükümetine terör eylemi hakkında istihbarat gittiğini, uyarıların gözardı edildiğini, yani bilerek bu eyleme göz yumulduğu gerçeğini ayrıca not edelim. Konunun uzmanları iyi bilir ki Dünya Ticaret Merkezine sivil uçakların çarpmasıyla böyle bir yıkım mümkün değildir. Nitekim bölgeye ulaşan ilk ekiplerden gelen raporlar binaların patlayıcılarla dolu olduğunu ve uçaklar çarpar çarpmaz bombaların patladığını söylüyor. Ortamda öyle bir sıcaklık oluşmuş ki yardım ekiplerinin bölgeye yaklaşabilmesi mümkün olamamıştı. Bu kadarını uçakların yapabilmesi mümkün değildi.
Yine biliyoruz ki o gün İkiz Kuleler’de çalışan israilliler MOSSAD tarafından uyarılmış ve hiçbir Yahudinin burnu bile kanamamıştı. 11 Eylül saldırılarının önceden hazırlandığına dair pek çok delil var. Saldırı sonrası Amerikan hükümetinin bankalardaki paraya el koyduğunu da dikkatinize sunalım.
Zaten kurgu olmasının en büyük delili, peşinden gelen Afganistan ve Irak işgalleri değil mi? İşgali bahane ederek yüzbini aşkın askerini Ortadoğu’ya yerleştiren Amerika, gıda mukabili diyerek yıllarca Irak Devleti’nin petrol kaynaklarına tamamıyla çöktü ve ülkenin yeniden inşası için tek varil petrol satılmasına izin vermedi. Irak’taki Amerikan işgalinin ne anlama geldiğini en iyi anlatan örnek nedir, bilir misiniz? İşgal öncesinde Bir Amerikan doları 3 Irak dinarı ediyorken, işgal sonrası bir Amerikan doları tam 2000 Irak dinarına denk geliyordu. Yaklaşık bin misli geriye düşmüş, yağmalanmış bir ülkenin resmidir bu.
Bütün bunları söylerken DEAŞ belasını ıskalamamak lazım. Kullanışlı DEAŞ terör makinesi ile Amerika bölgeyi istikrarsız hale getirme noktasında büyük bir başarıya ulaştı ve en önemlisi de Suriye topraklarında başlayan Esed karşıtı devrimi tamamen kuruttu. DEAŞ’ın bölgeye saldığı korku ve oluşturduğu terör perdesinin arkasında her türlü yağma bir şekilde meşruiyet zemini buldu.
Trump yönetiminde varılan yeni aşama ise yeni bir formatı da beraberinde getiriyor. ‘Yüzyılın anlaşması’na engel olabilecek bir İslami zemin, yok edilmek veya dönüştürülmek suretiyle etkisiz hale getirilmek isteniyor. Suudi rejimine tam bağlı güya İslamcı kadrolar eliyle Kudüs, yüzyılın anlaşmasına yem ediliyor. Diyalog İslam’ı adı altında yeni bir dönemin kapısı aralanıyor.
Şunu akılda tutmak lazım. Amerikan derin devleti Trump’ın da üstünde. Asıl yönetim derin devletin elinde ve varlık gayesi de küresel şirketlerin menfaatlerini korumaktan ibaret. Bu şirketlerin Arap coğrafyasında çok büyük menfaatleri bulunuyor. Amerikan yönetimi bu menfaatlerin zedelenmesini istemediği için halkın iradesini yansıtacak yönetimleri istemiyor ve mevcut rejimlerle işbirliğine gitmeyi tercih ediyor. Gerçek şu: Küresel şirketlerin emri altındaki Amerikan derin Devleti, Ortadoğu’nun yağma edilmesine bekçilik ediyor. Savaşlar bu yüzden çıkıyor, coğrafya bu yüzden acı çekiyor.
Türkiye’ye gelince… Hepimizin bildiği gibi 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Amerika var. Türkiye’de bir yapı kurdu ve devletin mafsallarına dek nüfuz etti. İşe bakın ki, aynen Arap coğrafyasında olduğu gibi yine İslam’ı ve Müslümanları kullandı. Şu an Türkiye’ye karşı açmış olduğu savaşta ise ekonomi silahını tercih ediyor. Kendi yandaşı bir hükümeti tekrar işbaşına getirebilmek için var gücüyle saldırıyor. Bütün bu uğraş, eskiden olduğu gibi içerdekiler kendi paylarını aldıktan sonra pastanın büyüğünü tekrar kendisi yemek için. Aynen Arap dünyasında olduğu gibi, Türkiye’nin elindeki rezervleri çok iyi biliyor. Bir düzen tutturmuştu, bozuldu. Tekrar rayına girsin istiyor. Sahi, Lozan Antlaşması ne zaman bitiyor?