Altı oyulan, üstü dar edilen Filistin

Son dönemlerde İsrail rejiminin Kudüs’te gerçekleştirdiği konut inşaatlarıyla ilgili haberlerde bir artış var. Siyonist yerleşimciler yeni yıla Nablus yakınlarında yeni illegal yerleşim inşaatı ile başladılar. AB’ye göre yeni yerleşmeler barışı baltalamakta.  “İsrail’in derdinin barış olmadığını anlayamadılar” diye izah ediyor Levent Baştürk.

Geçtiğimiz yüzyılın başından beri adım adım ilerleyen işgal, arkeolojik bulgular ve sembollerin desteğinde gerçekleşti. İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, otobiyografisinde Siyonistlerin Filistin üzerindeki “haklarını” iki pratiğe, tarıma ve arkeolojiye bağlıyordu.

Trump’un başkenti Kudüs’e taşıma projesine desteği kuşkusuz şehrin belli bir plan doğrultusunda yeniden inşasıyla birlikte düşünülmeli.  Bizler ise Filistin Enstitüsü kurmuş değiliz hâla, o bir yana dursun da; Eyal Weizman’ın bu yerleşimlerin mantığını irdelediği “Oyuk Topraklar-İsrail’in İşgal Mimarisi” isimli kitabını kaç kişi duydu acaba?

Filistin’de  olup bitmesi hayal edilen projelere uydurulmuş bakışların çarpılan açısı bizim görüşümüzü de bulandırıyor. Görüş açılarının tarihin arzu edilen bir dönemine özgü manzaraları görmeye ayarlanmış olması ve mizansenler, Siyonist şehircilik siyasetinin ayrılmaz bir parçasıydı zaten. Yeni yerleşimlerde evinizin balkonundan manzaraya baktığınızda, planlanmış bir sahneyi görmeye de hazırlanmış oluyorsunuz. Şaşırtıcı belki ama Filistin’in erimesi söz konusu olduğunda ve direnişin mucizeleri üzerine de şaşırtıcı olmayan bir şey bilmiyoruz zaten.

Tesadüf diye de bir şey yok yerleşimler konusunda. Gazze’de karşı ayaklanma operasyonları Temmuz 1971’de başlamıştı ve sonraki yılın Şubat’ında direniş bastırılıncaya kadar sürdü. Şaron’un direnişi bastırma planı, yerleşim alanlarının imhasını öne çıkarıyordu. Gazze’nin üç büyük mülteci kampının –Cabalya, Refah ve Şati- dokusunda geniş yollar açıldı. Yeni yollar kampları izole edilebilir küçük birimlere böldü. Şaron buna ilaveten kampın etrafında “güvenlik çemberi” olarak tanımladığı alandaki tüm bina ve koruların ortadan kaldırılmasını da emretti. Geçmişin sahneleri için şimdi süren hayatının mekânları ya imha ya da izole ediliyordu.

Postmodernist “yerel renkler” vurgusu, 1967’den sonra İsrail konut politikalarını da belirlemiştir. “Kudüs” taşı, genel karakteristiği belirlemek üzere yeni yerleşimlerde tartışmalı bir şekilde kullanıldı. “Yerel” olan da elbette arkeolojik kazılarla altı çizilenin yüzeyde yayılmasıydı. Ayrıca, “dünyanın en iyi zekalarından” oluşan bir danışmanlar komitesi de tesis edilmişti. “Tarih Boyunca Kent”in yazarı Lewis Mumford’un da dahil edildiği bir komitenin meşruiyetini kim tartışabilirdi ki? 1970’de gerçekleşen ikinci toplantısında 1968 Kudüs Planı’nı müzakere etti komite ama asla İsrail’in Kudüs’ü kendi yönetimi altında kolonize etmek için kullandığı hak ve aklı sorgulamadı.

İsrail’in Filistinlilerin mahallelerinde sürdürdüğü yerleşim projelerinin karakteristik özelliği bu olsa gerek: “Artık burada başka bir varlığı koruyarak var olamayacaksınız.” Her yere el atılabilir, her mekan gasp edilebilir. Mahremiyet bu anlamda korunabilir bir özellik olmaktan çıkmıştır.

Celile (İsrail’in devlet sınırları altında kalan kısmı) ve Batı Şeria’nın dağlık bölgelerinde genellikle Filistinliler yaşıyordu, ama projelendirme yoluyla bu genellemenin değiştirilmesi amaçlanıyordu işte. Dağlık arazide yerleşimlerin birincil işlevi ise “Mitzpe” (gözetleme) imkânı açısından kurcalanıyordu. Dışarı ve aşağı, etraftaki manzaraya doğru, içeri ve yukarı, ortak kamu alanlarına ve topluluğun diğer üyelerinin evlerine yukarıdan bakan, kendi üzerine düşen bir bakış. “Bu banliyö planının ıslah edici gücü, özneyi diğer tüm topluluk üyelerine yayılan ortak bir bakışın etkisi altında uyum sağlamaya yöneltir.” (sf. 188)

Siyonistler, somut işgalin ardından kendi tarihini oluşturmak adına, Vaat Edilmiş Topraklar’ı ete kemiğe büründürecek dikey arayışı başlattı. Mevcut peyzajların hepsi, altında gizli olanları, Eski Ahit’teki tarihi peyzajları, savaş alanlarını, İsrail yerleşimlerini ve ibadet mekânlarını kazmak suretiyle açığa çıkaracak şantiye örtüleri halinde kabul görüyor. Arkeolojinin rolü tarihsel mülkiyeti güncel gerçekliğin yerine geçirmektir. Dolaşımda tutulan söylemler dini olmaktan ziyade ulusalcı laik retoriğiyle, gerçekliği, henüz gün yüzüne çıkarılmamış olanın örtüsüyle bir yalana dönüştürmenin kampanyalarına malzeme sağlıyor.

Her yerleşim adeta potansiyel bir kazı alanına dönüştürülecek şekilde yeni bir yerleşime tabi kılınıyor. Müslüman ve Osmanlı çağlarının katmanları kazı ve müzelerde “durgun ve yeni” nitelemesiyle çürümek üzere bir kenara atılıyorlar.

1967 savaşının ardından arkeolojik veriler daha kolay erişilebilir hale geldi ve genel kentsel tasarım planına dahil edilmişti. Eski Ahit arkeologlarının ilgi odağı Kudüs bölgesi ve özellikle de Eski Şehir’in Yahudi mahallesi. Doğu Kudüs’te, Mescidi Aksa’ya sadece birkaç metre uzaklıkta bulunan bir bakkalın sahibi İmad Ebu Hatice, belgelerle yerinden edilemediğinden,  24 milyon dolar ve ardından açık çekle dükkanını devretmesi için baskı görmeye devam ediyor. İslam kültür mirasına ait yapı imha edilmeli ki Kudüs’ün Siyonist planı önünde bir engel kalmasın.

Bir de Fevziye Sudki Cabir var, Mescidi Aksa’ya komşu olan evi sözde resmi belgelerle küçültülüp zaman içinde bir direnişçi sandalyesine indirgenen.  2009’da, İHH’nın bir davetiyle İstanbul’a geldiğinde tanışmıştık Fevziye Hanım’la. Şimdi nerede, ne yapıyor acaba?

Eski Ahit’e özgü pastoral manzaranın söylemleri, Filistinlilerin gündelik hayatındaki bütün sıkıntıları ve yoksulluğu örten bir etkiye sahip artık.  İdeolojik dünya ve sahne, ideolojik etnite ve manzara gerçekliğin yerini almış durumda Filistin’de. Filistin köylerinin taş evleri, düz arazilerde uzayıp giden zeytin bahçeleri ve tozlu yollar başka türlü bir okumayla sembolleştirildiler.  Ordu tarafından tehdit olarak tanımlanan alanlar Eski Ahit’e özgü panoramanın bileşenleri olarak müdahaleye açıklar. Ordunun ve hükümetin, yerleşimcilerin görmesini istediği ve yerleşimcilerin gerçekten gördüğü şey arasında bir boşluk var.

Yerleşimciler parasal olarak desteklenirler, yüksek hizmetten yararlanma vaadinin yanı sıra doğaya yakın daha ucuz bir hayat ve çok güzel manzara vaatlerini de hakları bilirler. Karşılığında ise manzarayı sırf pastoral olarak algılamanın ötesine geçecek şekilde toprak parçasıyla kutsal metin arasında bir ilişki kurmaları, çifte görüşü teke indirmeyi başarmaları beklenir. (sf. 191) Arap köyleri görülse de fark edilmemeli, bakıldığı halde görülmeyebilmeli.

Yazacak daha ne çok şey var “Oyuk Topraklar” kitabından hareketle. (Açılım Kitap, 2016)  Şimdiki gerçekliğin, tarihsel varoluşu bugüne taşımak üzere bu denli acımasızca reddedildiği başka bir örnek yok. Siyonist ve mason komplo teorilerini konuşmaktan, göz önünde gerçekleşenle ilgili ciddi analizler yapmaya fırsat bulamıyoruz. Muhakkak ki orada işler planlandığı gibi yürüsün diye meşgul ediliyoruz da…