Almanya’daki Suriyelilerin hikâyeleri

Öğle namazını kılmak için Taksim civarında bir mescit arıyorken bir yandan da bayan arkadaşımla Almanya’ya iltica etme planları yapıyordum. Mescidi ilk caddenin hemen başında bulmuştum ama aynı caddenin sonunda bir mescit daha görünce gayri ihtiyari gülümsedim. İşte bu tek kare, bir caddenin hem başında, hem sonunda bir mescide tesadüf ettiğim bu resim, beni Almanya yolundan döndürmeye yetti de arttı bile. Çocuklarımın bir müslüman toplum içerisinde yetişmesini istiyordum. Onları toplumun içine salıverdiğimde arkalarından endişe etmek istemiyordum. Evet, neticede oraya giden mülteciler var. Ancak sadece kendi kimliklerinde Müslüman ve Arap oldukları yazılı. Toplum bahis konusu olduğunda böyle bir lüksleri yok.

Neyse, Türkiye’de kalmaya karar vermekle isabetli bir iş yapmışım. İkinci kitabımı da çıkardım. Üçüncüsü için hazırlıklara devam ediyorum. Bayan arkadaşım ise kararlıydı, Almanya’ya gidecekti. Gitti de. Hatta bir sene bile geçmeden Almancayı da gayet güzel konuşmaya başladı. Orada yabancıların çocuklarına Arapça öğretmek için bir okul açtı ve bir mülteci olarak hükümet yardımı kapsamından çıkmış oldu.

Suriyelilerin iltica ettikleri ülkelerde yazdıkları başarı hikayeleri sayılamayacak kadar çok. Medya pek çoğuna iltifat etmese de bu bir gerçek. Bir o kadar da acı ve keder dolu hikaye var. Ancak nedense medya bunları görmeye, göstermeye daha meraklı. Bu ilgide biraz da başarıdan ziyade insanların düştükleri acılara daha da odaklanan insan tabiatı var. Kimbilir, insanlar belki de bu şekilde kendi durumlarının daha iyi olduğunu düşünerek bir şekilde rahatlıyorlar. Oysa başarı hikayelerinde tam tersi bir durum söz konusu. Başkalarının başarısı insanlarda bir çeşit eksiklik duygusu uyandırıyor.

Bir de başka bir hikaye türü var ki hepten muamma. Suriyelilerin iltica ettikleri ülkelerde boşanıyor olmaları. Evet, devrimden önce de Suriye’de boşanma oranlarının gittikçe yükseliyor olduğunu işitiyorduk ancak bu tamamen başka bir durum. Ve daha da korkutucu. Boşanma olgusunun yanısıra bir de eş ve evlat katilliği var işin içinde. Son hikayenin kahramanı Husna el Eşter adında bir genç kadın. Tam yirmi bıçak darbesi almış. Katilinin eşi olduğu hususunda ciddi şüpheler mevcut. Denildiğine göre eşinden ayrılmak istiyormuş. Başka bir Suriyeli kadın ise aile içi sorunlar nedeniyle intihara kalkışmadan önce iki çocuğunu bıçaklamış. Bir diğeri eşiyle kavgaya tutuşunca sinirlerine hakim olamayarak çocuklarını pencereden aşağıya fırlatmış. Suriyeli kadınların, eşlerin, anaların dramları bunlar.

Gerçek şu ki, bütün bu dramları mültecilik konumuna bağlamak yanlış. Sorunlar belli ki önceden, kendi vatanlarında yaşıyorken de mevcuttu. Buradaki dikkat çekici husus şu; kendi vatanlarında bir şekilde acıları sineye çekebilen kadınlar Avrupa’da artık bunu yapmıyorlar. Kendi toplum koşullarının bir şekilde baskısı da yok üzerlerinde. Dinle ilgisi olmayan geleneğin mengenesi başka diyarlarda işe yaramıyor çünkü.

Doğu toplumlarında erkek eşine ve ailesine karşı her türlü sert davranır, bir olay analizi yapmaya bile gerek duymaz. Bunu bir hata gibi, ne bileyim, sanki Allah katında bir suçmuş gibi telakki eder. Dahası, kadını terbiye etmenin ona verilmiş bir hak olduğu iddiasındadır. Erkekliğin kemalidir bu ona göre. “Er ricali kavvamune ale-n nisa” ayetindeki “kavvam” lafzının yorumu budur erkeğin indinde. Kadın da zaten çoğu zaman teşnedir bu işe. Erkeğin hoyrat tavırlarının bir ayrılma sebebi olduğunu düşünemez. Annesi de böyle yaşamıştır. Anne annesi de. Toplumun yorumu da budur çünkü. Karşı koyacak olsa en başta kendi ailesini bulur karşısında. “Dul” kelimesi bir öcüdür, korkutur herkesi. Çünkü dul, yuvasından atılmıştır, ezik bir mahluktur. Kulağa her zaman kötü gelir. En hafifi, kocasını elde tutmayı başaramamış, beceriksiz yahut sabretmeyi bilmeyen, zayıf bir kadını çağrıştırır.

Aile Avrupa’ya varınca hikaye genelde şöyle gelişir. Burada artık kadının da bir banka hesabı vardır. Kocasından ayrı, kendine ait bir hesap. Mülteci aylığı bu hesaba yatar. İlk kez kendine ait parası vardır, kocasının eline muhtaç değildir. Zaten kocası da aynı miktarda bir para almaktadır. Kocasıyla eşit olduğu duygusunu hatırlar. Geçimini sağladığı için sürekli başa kakan bir eş yoktur artık. Bir daha zulme maruz kalırsa artık eyvallah demeyecek, çocuklarını da yanına alarak kendine yeni bir hayat kurabilecektir. İşte bu durum erkeğin elindeki tek silahı da çekip alır. “Ne yaparsın be kızım, geçim derdi işte. Sabret!” diyen bir toplum da yoktur oralarda. İşte bu noktada erkeğin aklı başından gider. Ailesine tahakküm etmeyi alışkanlık haline getiren erkeğin yolu kesilmiştir. Eski düzen sona ermiştir. Asıl o zaman memleketinden çıkmış olduğunu hatırlar. Hükümranlığından, tahtından uzaktadır. Bunu hazmetmek de öyle kolay değildir. Duruma çözüm arar ve maalesef çoğunca çözüm olarak yine bildiği yola tutunur.

Suriye’de kadına karşı şiddet oranına gelirsek… Suriye Aile İşleri Kurulu’nun araştırmasına göre:

Suriye’de kadınların yüzde 45’i eşlerinden şiddet görmektedir.

Kadına karşı şiddetin temel kaynağı eşlerin aileleridir.

Kadına karşı psikolojik şiddet şekilleri; bağırma, azarlama, iğneli sözler kullanarak alaya alma, sövme, tükürme, akılsızlıkla itham etme, başkalarıyla mukayese ederek aşağılamadır.
Her on kadından yedisi bağırma ve azarlamaya maruz kalmaktadır. Vakaların çoğunda devamlılık bulunmaktadır.

Kadınların yüzde 48.8 gibi bir oranı ailesinden biri olmadıkça dışarıya adım atamamaktadır. On kadından dördü dışarıda çalışmaktan alıkonmaktadır. On kadından altısı tamamen evin içerisinde hapis durumdadır. Yüzde 56.3 ise ev işlerini yapmakla mükelleftir.

Kadınlara günlük işleri hakkında yöneltilen soruya verilen cevaplar tahmin edileceği gibi temizlik, mutfak, çocuklara bakmak şeklinde olmuştur.

Günümüz evliliklerinde karar mercii çoğunca kadınlar değildir. Orana gelirsek gençlerde yüzde 81.8, dullarda yüzde 46.3.

Lübnan, Ürdün veya Mısır gibi ülkelerde yaşayan mültecilere bakıldığında boşanma sayısı açısından Suriye benzeri bir durum görülmektedir. Zira buraları gelenek görenek açısından Suriye’ye benzemektedir. Suriyeli kadın Avrupa’da bulduğu imkanları buralarda bulmaktan mahrumdur.

Başımdan geçen bir olayı burada zikretmek isterim. Suriye’de iken boşanma arefesinde olan bir bayan arkadaşım vardı. Sonra kalktı, tek başına Almanya’nın yolunu tuttu. Eşini de sonradan yanına çağırdı. Ama huylu huyundan vazgeçer mi? Eşi tekrar zulmetmeye ve parasını yemeye başladı. Ben de şakayla karışık “Niçin çağırdın ki onu?” diye sordum. Cevabı şöyle oldu. “Burası bizim oralar gibi değil. Eğer bir kötü şey yapmaya kalkarsa derhal polis gelir ve onu gözetim altında tutar.”

Çözüm ne peki?

Şüphesiz pek çok aile bu durumda. Mesele ne Suriye halkı ne de mülteciler. Çözüm her şeyden önce evden başlıyor. Bir eş olarak erkeğin, kendine, eşine ve ailesine bakış açısından. Eziyet etmeyi kendine tanınmış bir hak olarak görmemek, hele bunu kesinlikle din kaynaklı olarak algılamamak işin başı. Eşler arası uyumsuzluğu gidermede neler yapılacağını belki defalarca anlatmışımdır. Ailede olumsuzluk çatışma hali ile başlar. Ayette geçen “nüşuz” kelimesini, her kim kadın evde bir kusur etmişse cezalandırılmalı şeklinde yorumlarsa, bilsin ki bu doğru değildir. Ev işi sadece kadının görevidir diyen bir alim de bugüne dek çıkmamıştır. Bu eşlerin ortak görevidir. Evet, kadın erkeğine itaat etmelidir ancak bu erkeğinden sebepsiz yere göreceği zulme razı olacağını göstermez. Kadına acı veren, her saat alıp başını evden gitmeyi düşündüren, sanki çok matahmış gibi Avrupalıların sağladığı çözümlere gıptayla baktıran anlayış değişmelidir. Merhamet onların değil, müslümanların şiarıdır. Ve gereği yapılmalıdır. O vakit çözüm, eşlerin kalplerini sevgi ve merhametin kaplaması, kadının kendini özgür hissedebilmesi ve eşiyle uyum içerisinde yaşayabilmesidir.