Gencin biri sosyal medyaya şöyle yazmış: “Başkalarının bolluk ve refah içinde yaşadığı şu dünyada bizim gibilerin hesaba çekileceği bir günahın var olduğuna inanmıyorum!”
Cinayete, hırsızlığa, hastalığa, aç-susuz kalmaya, işkenceye ve zulme şâhitlik etmiş kişiler olarak adaletin bazen bu dünyada tecelli etmediğine şâhit olabiliriz. Herhangi bir cezaya uğramadan şu dünyadan göçüp giden pek çok zâlim var. Bu duruma tepki vermek sıradan. Fakat bu tepki halka halka büyüyüp kişiyi Allah’ı inkâr noktasına sürükleyebileceğinden tatmin edici cevaplar verilmesi gerekiyor. Özaellikle de gençler için. Çünkü hayata çok daha duygusal bakan gençlerin içinde beliren boşluğun adresi intihar veya inançsızlık rüzgârına kapılmak olabiliyor. Şu günlerde Müslüman gençlerin arasında bu türden eğilimlerin artmaya başladığını görebiliyoruz.
Bir kere şu tespiti ortaya koyalım. Bilim Allah’ın varlığını inkâr noktasında çaresiz. Çünkü buna güç yetirebilecek durumda değil. Kâinatın tesadüfen meydana geldiğini söyleyen inkârcı görüşün bilimsel bir dayanağı kesinlikle yok. ‘Evrim teorisi’ mi -adı üzerinde sadece teori- üstelik birçok üniversite ciddi şekilde sorguluyor hatta bazıları müfredatından çıkarmış durumda. Sorun şurada ki, insanlar kötülük kavramının ne olduğunu anlamakta zorlanıyor. Bu nedenle iman zafiyeti oluşuyor.
İnsanların akıllarına şu tür sorular gelebiliyor:
Allah (c.c.) dünyadaki kötülüğü ve zulmü -hâşâ- görmüyor mu?
Şu zulüm Allah’ın iradesiyle mi, yoksa iradesi dışında mı meydana geliyor?
Allah zulme nasıl razı olabiliyor?
Bu dünyadaki şunca cinayetin, hastalığın ve kötülüğün kime, ne faydası var?
SORU SORMAK SUÇ DEĞİL
Öncelikle hatırlatalım ki, soru sormak gayet normal ve de asla suç sayılamaz. Bilakis soru sorabilmek, insanın akli melekelerinin yerinde olduğuna, düzgün çalıştığına işaret eder. İman noktasında bir zayıflık teşkil ettiği de söylenemez. Bakara suresi 30. ayette meleklerin böyle bir sorusu yok mudur? Bakın ayet ne demektedir?
Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar da “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.
Evet, cevap aynen öyledir. Allah bilir, bizler bilemeyiz.
Oysa bana kalırsa sorunun cevabı belliydi. Nasıl olsa ahiret vardı ve zalimler muhakkak bir surette orada yaptıklarının karşılığını en âdil bir şekilde ödeyeceklerdi. Derken bir gün Ahmed Fethul Bab isimli bir gencin konferansına denk geldim. Kendi yaşadıklarından yola çıkarak anlattıkları beni çok etkiledi. Çok doğru şeyler söylüyordu. Nitekim benim cevabım, Allah’a iman edenleri teskin edebilirdi fakat iman etmeyenler için farklı cevaplar gerekiyordu.
Kâinat kime aitse onun tasarruf hakkı vardır!
Öncelikle şu kâinatın olduğu gibi Allah’a ait olduğunu, kulları olarak bizlerin de buna dâhil olduğunu idrak etmemiz lazım. Madem ki Allah’a aitiz, istediği gibi tasarruf hakkı mevcuttur.
PEKİ, ZULÜM NEDİR?
Zulüm, senin olmayan bir şeyde tasarruf hakkı iddia etmektir. Mesela benim bir evim var. Ben bu evde istediğim değişikliği yapabilir miyim? Mutfak duvarlarını yıkıp salon ile birleştirebilir miyim? Yahut eskidiğini düşündüğüm bir eşyamı çöpe atabilir miyim? Elbette. Benim malım, benim hakkım. Kim karışabilir? Fakat başkasının evine girip aynı şeyleri yapma hakkım olabilir mi? Mesele bundan ibaret. Kâinat, tümüyle Allah-u Teâlâ’nın mülküdür. Mülkün sahibi dilediğini yapma hakkına sahiptir. Kulların bunu sorgulama hakkı yoktur. Nitekim Enbiya suresi 23. ayette şöyle buyurulmuştur:
“Allah, yaptıklarından dolayı sorgulanamaz. Bilakis insanlar sorgulanır, hesaba çekilir.”
HADİSELERİN HİKMETİNİ BİZ BİLEMEYİZ
Hızır kıssası Kur’an’da geçer, bilirsiniz. Hz. Hızır (a.s.)’ın Musa Aleyhisselam ile dolaşırken yaptığı üç fiilin normalde yapılmaması gereken hareketler olarak göründüğünü, oysa üçünün de aslında birer iyilikten ibaretten olduğunu hatırlayabildik mi?
Öldürdüğü çocuğun gelecekte toplumun başına nasıl belâ kesileceğini,
Küçük çapta zarar verdiği geminin daha büyük zayiattan nasıl kurtulduğunu,
Düzelttiği duvarın yetim çocukların servetini kem gözlerden koruduğunu öğrendik, öyle değil mi?
Kendi hayatımızda da başta anlam veremediğimiz, belki çok kızdığımız, hayıflandığımız hâdiseler sonradan bizim için daha hayırlı bir duruma vesile olmuyor mu? Son dakikada uçağı kaçırıp hayıflanan birisi, o uçağın düştüğünü öğrendiği vakit ne hissediyor? Evden biraz geç çıktı diye deliye dönenler belki de arabasıyla yapacağı bir kazadan bu şekilde sıyrılmış oluyor.
Hayatımızdaki pek çok hadisenin hikmeti bize malum değil. Hızır kıssasında gördüğümüz gibi Musa Aleyhisselam’a bile malum olmamış, biz kim oluyoruz ki?