Ali Ekber adında bir çiçek

Elbette dünya büyük, insan çok, suretler türlü türlüdür. Ömrümüz hep bir başkasının yüzüne bakmakla geçer; bakar, yorumlar, sıkça da kanaat oluştururuz. Ama bazı simalar başka bazı simalardan daha aşina gelir bize; bunlar çoğunlukla çocukluk yurdumuzun simalarıdır. Bizim baktığımız dağlara bakarak çizgilenmiş, bize çarpan rüzgârlar tarafından biçimlendirilmiş, bizim yıldızlı göğümüzün altında demlenmişlerdir. Ve hatta bu yerel simalarda amcamızdan, dayımızdan, komşularımızdan, kirvelerimizden bir eda bulduğumuz da olur. Çıktığımız uzun yolculuklarda bir beldeden diğerine giderken, arkamızda bıraktığımız evler gibi arkamızda bir sürü suret de bırakırız ve yüzler değişmeye başlayınca anlarız ki hemşeriliğin o görünmez sınırı geride kalmıştır. Zaten yabancılık da civarımızda artık alışkın olduğumuz yüzleri görememek değil midir? Onlar yoksa dağlarımız, sabahlarımız, şivemiz, çığırtılarımız da yok demektir. Bazen o tanıdık yüzlerden birisiyle ansızın karşılaşınca birden çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin yurdu cana gelir. Karşımızdaki insanı bir yerden tanıyor gibiyizdir; bir komşu evinden, kasaba pazarından, hükümet konağının bahçesinden. Aslında bunların hepsidir. Çocukluğumuzun ülkesi, çocukluğumuzun yüzleri tarafından taşınıp bize getirilmiştir…

Ali Ekber Çiçek’in hüzünlü sureti herkese bir şey söylerdi ama ben onda çok iyi tanıdığım, hatta ezberlediğim adamların bir numunesini görürdüm. Kirvem Alişan Ağa’nın evinde, yer şiltesine bir dizini kırarak oturmuş saygıdeğer konuklardan birine benzetirdim mesela. Kızlar ortadaki geniş siniye küçük tepsilerle yemekler getirip bellerini hafifçe eğerek gerisin geri çıkarken, o elini göğsüne götürüp cümle pirler adına gönülden bir eyvallah derdi. Arkasında bir duvar halısı, duvar halısında bir ceylan. Ve ben niyeyse, Alişan Ağa’nın evine gelen misafirlerle Alişan Ağa’nın misafir odasının duvarındaki ceylanı hep birbirine benzetirdim. Bir ceylan insan suretine mi girmiştir, bir insan ceylan olup şu halıya mı işlenmiştir, bilemezdim. Kimi zaman oturan ceylan duvardaki sazı indirir, şöyle bir tellerini yoklar, ardından da gönlün her türlü neşesini dertli bir dolaba koyup hakkın çağlayanına bırakırdı. Her an kırklar cemine kalkılacakmış gibi oturulan kirve evimden bende pek çok suret kaldı. Bunlar, yıllar sonra dinleyip izlediğim Ali Ekber Çiçek’in kendi yüzünde cem ettiği suretlerdi. Ona baktığımda, herkesin gördüğünden çok daha fazlasını görürdüm. Bir de dile gelmiş bir ceylan: “Sıdkı’yam çok şükür didare erdim / Aşkın pazarında hak yola girdim / Gerçek âşıklara çok meta verdim/ Şimdi Hacı Bektaş pir’e düş oldum.”

Erzincan’dan İstanbul yönüne doğru gidenler, şehrin hemen çıkışında yolun sağında bir köy görürler. Bu köyün ismi Ulalar’dır. Ali Ekber Çiçek bu köyde doğmuş, gönlünü Şahımerdan’a bu köyde çırak vermiş, 2006’nın nisanında erguvanlı bir İstanbul’da ölünceye kadar da bu çıraklığın adabını hiç bozmamıştır. Gönül çıraklığında adap gönül kırmamaktır. Hangi meşrepten ve hangi mezhepten olursa olsunlar, insanlar gönül adamını tanırlar. Çiçek de öyle tanındı, öyle bilindi. Ama onun kederli yüzü ve birçok çeşit acı tarafından terbiye edilmiş intibaı veren bedeni onu tanıyıp bilenlerde ayrıca saygı da uyandırırdı. Sanki bu acıları hepimiz adına çekmiş, yine de kibirden sayılmasın diye hususileştirmişti. Onda, oğullarının gurur kırıcı kabahatleri yüzünden mihnet altında kalmış bir babanın mahcubiyetini de hissettiğimiz olurdu. Cümlemin yanlış anlaşılmasını istemem: Bu oğullarının kabahatinden duyulan mahcubiyet kadar, onlara her türden kem söz söylemeyi maharet sayan bağcıksız dile karşı da duyulan bir mahcubiyetti. Belki başlangıçta o da dertlere derman aramaya yeltenmiş ama sonunda cümle dervişanın dayandığı kapıya gelip dayanmıştı: “Derde derman arar idim; derdim bana derman imiş…”

Hangi türküsünü hangi deyişini dinlesek, sesindeki ıstıraptan hemen tanıyoruz Ali Ekber Çiçek’i. Onda tek bir ıstırap değil de bir ıstırap korosu dile geliyormuş gibidir. Kerbela’nın yasını bir divane Türkmen’in ocağına taşırken, gurbete gidenlerin hüznünü, sıla hasretlerini, mağdur âşıkların ahlarını da yolda kalıp heder olmasınlar diye yanına almayı ihmal etmemiştir. Onun sesinde mağduriyet, acı ve yas cümlemizin kaderinden derlenmiş bir ağıt haline geldi. Bir keresinde kendisinden şöyle bahsetmişti: “Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygıyla küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim… Bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadım, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.” Unutmayalım, bizim, ömrü Şahımerdan kapısının önünde beklemekle geçmiş Ali Ekber adında Türkmen bir çiçeğimiz de var…