Refik Halit Karay, imparatorluğun son dönemlerinde bazı adetlerin nasıl değiştiğini anlatırken bir yerde sözü çocuklar doğduğunda uyulan ya da uygulanan geleneklere getirir. 1940’lı yıllarda artık doğumlar yavaş yavaş hastanelerde yapılmaya başlanmış, dünyaya gelen bebekler bir süreliğine pirinç beşiklere konulur olmuş ve her bir bebeğin beşiğine de bir numara yapıştırılmıştır.
Üstat bu görüntüyü aktardıktan sonra geleceğin dünyasını tarif edecek cümleyi patlatıverir: İnsan bir numaradır! Daha o ilk uygulamalarda bile anne babalar, pirinç beşiklere konmuş bebekleri numaralarından ayırt etmekte, hemşire onlara kaç numaralı bebeğin kendilerine ait olduğunu sormaktadır. Ama henüz numaralar da o devirde bebeklik çağını yaşamaktadır. Yıllar içinde bir numara salgını başlayacak, nüfustan istatistiğe, bankacılıktan eğitime insanoğlu sürekli olarak numaralandırılacaktır.
Bugün artık numaralandırılmış olmak kimsenin tuhafına gitmemektedir. Dahası, hepimiz bunun hayatımızı kolaylaştıran bir işlem olduğunu bile düşünüyoruz. Yine de şu soru savsaklanacak gibi değil: insanın bir numaraya indirgenmesi ile onun dünyadaki değeri arasında bir ilişki yok mudur?
“Numaralandırılmış insan”ı ilk fark edenlerin şairler olması elbette bir tesadüf değil! Varlığın içine düşürüldüğü tuhaflıklar şairin gözünden kaçmaz. Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci” anıtı şiirinde mesela; hüzünlü bir sonla dünyadan ayrılan çocuğun bir ismi yok ama bir numarası vardır. Sınıf arkadaşları, onun arkasından şöyle seslenir:
“Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında / Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır / Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.”
Bu numaralandırılmış çocuk Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”taki şiirlerinden birinde 86 rakamıyla karşımıza çıkar. İlkokulun ilk günüdür; çocuk “altın bir sabah”a uyanır ve ona “dünya kadar büyük” gelen bir günde mektebe başlar. Bu aynı zamanda çocuğun numaralandırıldığı gündür. Şöyle anar:
“Ki hala yaşarım bir ayrılıkta o hayreti / Dalarım 86, 68 diye bazen / Yer değiştirince başka şey olmak ne tuhaf / Ne tuhaf ölümü duymak seksen altıdan.” Fazıl Hüsnü Dağlarca, yıllar sonra ilkokula başladığı günü, o günün heyecanını hatırlarken şair zekâsı devreye girer ve rakamlardaki yanılgının tuhaflığına dikkat çeker. 86 olmakla 68 olmak aynı şey değildir. Sadece insan değil, kader de numaralandırılmıştır…
Numaralandırma hiç kuşku yok ki insan kalabalığını pratik bir yolla tanımlamayı ve günlük hayatın akışını kolaylaştırmayı amaçlıyor. Ama bu cümle, insanı numaralandıran ve böyle yaparak onu eşya gibi sayıp dökmeyi kolaylaştıran büyük sistemin cürmünü örtecek gibi değil. Dahası, numaralandırmak insanı sosyal – siyasal organizmanın ruhsuz bir uzvu haline getirmenin de pratik yollarından biri haline geldi. Örgütlü kötülüğün aslında bir numaralandırma işlemi olduğunu da yine bir şair gösterdi bize.
Ritsos, Türkçeye “İsmene” başlığıyla çevrilen uzun şiirinin bir yerinde, dizeleri bir el fenerin gibi rakamlı bedenlerin üzerine tutar: “Bir zamanlar inip çıkan insanlar vardı, birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldarlardı / kesik hareketler, siyasiler, askerler, diplomatlar / ne korkunç insanlardı Tanrım / sanki ezberlenmiş, numaralandırılmış, tekrarlanmış gibiydiler/ Hangi ayda, hangi saatte, hangi yılda olduğunu bilemezdi insan…”
Ritsos, şiirinde, numaralandırılmış olmanın insanı sadece kötülüğün rakamlı bir görevlisi haline getirmekle kalmadığını, kişinin şahsi tarihini de yok ettiğini de hatırlattı. Numaralandırılmış olanların yeri kolaylıkla bir başka numarayla değiştirilebilirdi. Nihayetinde insan ölümlü ama numaralar ölümsüzdü. Meçhul öğrencinin arkadaşları da arkasından demiyorlar mıydı: Aldırma 128!..
Hiçbir analiz, numaralandırılmış olmanın kritiğini suçluların çekilmiş fotoğraflarından daha iyi yapamaz. Bu tarzın Amerikalılar tarafından dünyaya hediye edilmiş olması da hiç ilginç değil. Suçlulardan bazen ellerine tutuşturulan rakamlı kâğıtlarla objektife poz vermeleri istenmiş bazen de resimlerinin altına rakamlar teknoloji maharetiyle eklenmiştir. Ama her hâlükârda bu mahkûm fotoğraflarının bize namlu gibi doğrultulmuş bir iması vardır:
Numaralandırma ve mahkûm etme hakkı egemene aittir. Bu mahkûm resimlerinin imasından, numaralandırmanın bir şahsiyetsizleştirme işlemi olduğunu ve bu işlemin pürüzsüz görüntüsünün en iyi mahkûm fotoğraflarından elde edildiğini de anlarız. İnsan son bir kez de henüz isim taşı konmamış mezarında numaralandırılacaktır. Bu da işleri kolaylaştırmanın bir yolu elbet. Ama bir de sahipsizlerin mezarlarına dikilen numaralı levhalar vardır. Bu levhalar bir süreliğine o kabrin başında “numaralandırmış insanlığın” ebedi temsili gibi dururlar.
Kim olarak öldükleri ya tespit edilememiş ya da kimliklerini sahiplenecek birileri çıkmamıştır. Aşağıda yatanın bir hayatı yoktur, o son bir kez numaralandırılarak dünya tarafından nihai cezası kesilmiş biridir. Onlar da bize, dünyanın numaralandırılmış bir kabristan olduğunu ima ederler!…