Babalarımızın hayatı sağcı-solcu tartışması, hatta bazen çatışması içinde geçti. Ancak her iki taraf da taraftarlıklarını kendileri icat etmiş değillerdi. Kendilerinden çok önce aralarına bir siyaset çizgisi çekilmiş ve iki tarafın ismi de dönem dönem ‘değiştirilmişti.’ Mustafa Kutlu, Necip Fazıl ödül töreni için yaptığı, banda kaydedilmiş konuşmasında bu siyasi hattın taraflarının hangi dönemde nasıl adlandırıldığını sırasıyla bir kez daha hatırlattı: Alafranga-alaturka, ilerici-gerici, laik-dinci, sağcı-solcu, İslamcı-Kemalist… Hattı takip ettiğimizde, yaklaşık yüz elli yıllık bir zamana yayılan tartışmanın hangi dil evrelerinden geçerek bugüne geldiğini görebiliyoruz.
Alafranga-Alaturka tartışmalarıyla başlayan ve her dönemde sayısız slogan, siyasi tartışma ve çatışmayla pekişerek bugüne gelen bu karşıtlık, tarihimizin bizi mecbur bıraktığı bir durum muydu? Başka bir deyişle, 19. yüzyılın son çeyreğinde açıkça dillendirilmeye başlanan bu ikilik, Türklerin hayatiyetlerini korumak için ihtiyaç duydukları ve kendileri tarafından şekillendirilmiş bir ikilik miydi? Bu soruya kolayca evet ya da hayır cevabını veremeyiz. Askeri, mali ve siyasi açıdan gerilemiş bulunan imparatorluk, çözümün önemli bir kısmını doğal olarak kendisini gerileten güçlerin icatlarında arıyordu. Bu icatlar daha çok teknikle alakalıydı. Ama çok zaman geçmeden mimariden sanata, siyasetten günlük hayata, batının başka yönleri de olduğu anlaşıldı. Alışverişi yalnızca teknikle sınırlamak mümkün müydü? İlk Osmanlı romanları bunun öyle kolay olmadığının işaretleriyle doludur. Teknikle birlikte, Batının kültürü de Osmanlı başkentinin günlük hayatına sızmaya başlamıştı. İstanbul’da Arap kıyafetli biri kimsenin gözüne batmıyordu; bir Yahudi ya da Ermeni din adamının kıyafetleri de öyle. Bütün bunlar, yüzlerce yıldır Osmanlı millet sisteminin bir parçasıydı çünkü. Ancak batı tarzı hayat, daha ilk ve sınırlı numuneleriyle bile tepki toplamıştı. Osmanlı nizamı kendi Yahudi’sinin, Rum’unun ve Ermeni’sinin doğunun büyük geleneği içinde şekillenmiş yaşantısını kabullenmiş ama batıdan gelen kültüre aynı gözle bakmamıştı. Alafrangalık, nihayetinde yüzyıllardır rekabet ettiği Batının dünyevi hallerinden bir esinlenmeydi. Hem ahali hem de klasik idareciler kendini teknik bir istifadeye mecbur hissediyor, bundan ötesini başka türden bir yozlaşmanın işareti olarak görüyordu.
Lozan Antlaşması sırasında çekilen fotoğraflara bakanlar bir noktayı gözden kaçırırlar. Henüz Ankara’da nasıl bir devletin kurulacağı ve hangi umdelerle idare edileceği belli değildir ama İsmet Paşa görüşmelere fötr şapkası ve papyonuyla iştirak etmiştir. Bu fotoğraflarda Türk heyetinin reisinin batı tarzı giyime batılılardan daha fazla özen gösterdiği gözden kaçmaz. Görüntü Lozan’ın kayda geçmemiş bir anlaşma maddesi gibidir. Ankara yoluyla gelen Türkler, Osmanlı düzeninin son çeyreğinde tartışılmakta olan ve kültür-medeniyet ayrımını önemseyen ikili bakışı bir kenara bıraktıklarını bizzat kuşamlarıyla kanıtlama derdine düşmüştür. Heyetimizin giysi üzerinden söylemek istediği şudur: “Anadolu’nun idaresini medeni bir kadroya bırakacağınızdan kuşkunuz olmasın.” Zaten Demokrat Parti dönemine kadar da bu teklifin sahada nasıl hayata geçirilmeye çalışıldığını biliyoruz. Alafrangalık, biraz da züppeliği çağrıştırdığı ve ironik içeriği güçlendiği için ‘yeni hayat’ı karşılayan bir sözcük olamazdı. Alaturkalık ise Türklüğün başka türden kullanımlarını sınırlamaktaydı. Kavramlar ilerici ve mürteci olarak yollarına devam etti. Elbette sadece isimler değil, içerikleri de değişikliğe uğradı. Dahası, merkezde olan alaturkalık, mürtecileştirilerek merkezin düşmanı durumuna getirildi.
1950’lerden sonrasını zaten biliyoruz: İlerici-gerici, sağcı-solcu, Kemalist-İslamcı vs… Bu çatışma hattının nasıl bir tarihi-siyasi seyir izlediğini de biliyoruz. Ancak Alaturka-Alafranga dışındaki isimlendirmeler, içeriklerine içeriden ve dışarıdan istiflenen yanıltıcı anlamlar sebebiyle sosyokültürel fotoğrafımızı resmetmeye yetmiyor. Elbette Türk toplumunda Tanzimat’tan bugüne saklayamayacağımız bir hat ve bu hattın taraftarları var. Ama ne ilerici-gerici, ne sağcı-solcu, ne de Kemalist-İslamcı tasnifi sahici bir tasnif değil. Sahici olmadığı için de tartışmalardan bir netice çıkmıyor. Türkiye’de bu günlerde yeniden sahaya sürülen “yaşam biçimi” tartışmasından da hiçbir sonuç çıkmayacak. Eğer gerçekten Türkiye lehine bir sonuç çıkarmayı arzuluyorsak, o zaman siyasi-kültürel tartışma hattımızı en iyi ifade edecek kelimelere ve onların ruhuna geri dönmek zorundayız. Köprünün altından çok sular geçmiş olsa da, Türkiye’de tartışma ruhen bir Alaturka-Alafranga tartışmasıdır. Alaturka-Alafranga çekişmesinde tarafların zihinsel coğrafyaları da, merkezi ve çevresi de bellidir. Her ne sebeple olursa olsun, Alaturka düşünmeyi bıraktığımızda tartışmanın merkezi olmaktan çıkarız. Bu, Alafrangaların bile arzu edeceği bir netice değildir. Alaturka değilsek kim olacağız? Alaturka yoksa, Alafranganın alaturkalıktan geçilmeyen hanesini kim koruyacak?