Bir akşam vakti yolu Aksaray’dan geçenler, birden İstanbul’un ortasında ama İstanbul’a karışamamış yabancı bir yerde oldukları hissine kapılırlar. Lokanta önleri, pastaneler, otel girişleri ve sokak araları dünyanın şurasından burasından gelmiş insanlarla doludur. Afrika’nın siyahîleri, Orta Asya’nın çekik gözlüleri, başta Suriyeli mülteciler olmak üzere farklı memleketlerden Araplar, Afganlar ve bir çok başka ırk Aksaray’ı mekân tutmuşlardır. Bu yurtsuzların yurdunda karanlık çökünce, sayısız ülkeden yüklenilip getirilmiş keder bütün semte sızmaya başlar. Yüzler umutsuzdur, hareketler öylesine ve bir hedeften uzaktır, gülüşler patlamalar halindedir; orada insan bir an yıkılmış Babil kulesinin eteklerinde, dilleri Tanrı tarafından karıştırılmış âdemoğlunun ortasına düşmüş hissine kapılır. Ama İstanbul’da ikamet eden bir Türk için bu bir anlık duygu, semti arkasında bırakınca kaybolmaya başlar. Geride, kimin nerede yatıp kalktığını, nasıl geçindiğini bilemediğimiz gayesiz bir kitle kalır sadece. “Aksaray” deriz, “nasıl da karmakarışık bir yer. Sanki yetmiş iki millet oraya üşüşmüş…”
Yolu bir akşam vakti Aksaray’dan geçenler, bu yetmiş iki milletin keşmekeşi arasında adını koymakta güçlük çekecekleri bir rahatlama da hissederler. Çünkü bu yurtsuz insanların kederli atmosferi İstanbul’un yerlisini de içine almış ve bir süreliğine de olsa ona bir vatanı olmamanın, bir vatanın bütün sorumluluklarından uzakta bulunmanın hürlüğünü bahşetmiştir. Kendiliğinden kurulan ve her gün geç saatlere kadar devam eden bu ırklar ve diller panayırında insanlar, birbirinin yabancılığına tüneyerek havalandırmaya çıkmış gibidirler. Yabancı, yanındaki yöresindeki insanların da bir yabancı olduğunun farkındadır. Bir şeyin daha farkındadır ama; vatansızlığın sefaleti burada herkesi birbirine benzetmiş, onları bambaşka bir halk yapmıştır. Buraya ait olan, iş çıkışı evlerinin yolunu tutan, evlerine varınca kanepelerine kurulup televizyonlarda kendi ülkelerinin haberlerini izleyenlerle aralarında görünmez bir sınır vardır. Yanlarından geçip giden ya da bir süre eğleşen İstanbullular, Aksaray’da geçici bir hürlük havası teneffüs etmekle kalır, o sınırın öte yakasına hiçbir zaman geçemezler. Zira yurtsuzluk, gittiği her yere sınırını da yanında götürür…
Akşamları Aksaray’dan geçenler, biraz dikkat ederlerse, semte sözde geçici olarak sığınmış yetmiş iki milletin sembolleriyle de karşılaşırlar. Bayan kuaförlerinin üzerine iri harfler kondurulmuş Arapça tabelaları, sokağın köşesindeki Mogadişu Cafe, Irak, Suriye gibi ülkelere kargo taşıyan firmaların isimleri, farlık ülkelerin bayraklarıyla süslenmiş otel girişleri, yine farklı ülkelerin havayolu firmalarının amblemleri bir işaretler ormanını andırır. Bu ormanda her kuşun konacağı incecik bir dal mutlaka mevcuttur. Burada insan, işaretlerin ve sembollerin gücünü keşfeder. Kimseye zarar vermeden şuraya buraya serpiştirilmiş bütün bu remizler, yurtsuzların, başkalarının ülkesinde kaybolup gitmemek için her gün göz göze geldikleri aşinalık bayraklarıdır. Tabelalardaki sözcükler, ülkelerinden getirilmiş nesnelerin yerleştirildiği bazı mekânlar onlara sadece yurtlarını hissettirmekle kalmaz, burada yurtlarının bir taslağını inşa etmiş olmanın sevincini da yaşatır. Dünyanın her yerinde göçmenler, taslak yurt inşa etmekte mahirdirler. Bu taslak hiçbir zaman ana yurdun yerini tutamamış, hevesler hep yarım kalmıştır. Tıpkı göçmenlerin hayalleri gibi…
Bir Akşam vakti yolu Aksaray’dan geçen biri, şu yetmiş iki milletten insanın arasında birden kendini yabancı hisseder. Her yerde onlar vardır çünkü; mekanlar, kaldırımlar, alt geçitler ve ayak üstü yenilip içilen mekanları adeta istila etmiş gibidirler. Yerli göz, etrafındaki yabancıları kimliklendirmek, adreslerine göre ayıklamak gibi zahmetli bir işe girişmez. Gördükleri bir sürü Suriyeli, bir sürü Afrikalı ya da bir sürü Arap’tır. Onların arasındayken yabancılık duymasının sebebi, bu hatalı toplama işleminden ötürüdür. Oysa Aksaray’ın yabancılarının sadece bir uyrukları, doğup büyüdükleri yerleri değil, bir isimleri de vardır. Bunlar, çağıranı azaldığı için ıssızlaşmış, artık bir yurdu olmadığı için de hükümsüz hale gelmiş isimlerdir. Aralarından geçerken bize tuhaf bir hürlük duygusu yaşatmalarının sebebi muhtemelen bu yükü alınmış isimlerin artık kendileri için de pek bir anlam ifade etmiyor oluşudur. İnsan isminin yükünü üstünden attığında, ismine yapışıp kalacak bütün lekelerden de kurtulur. Göçmenlerin, onca kir pas içinde, hiçbir şey yokmuş gibi davranabilmelerinin sırrı burada olsa gerek: Kir onlarda yapışacak bir unvan bulamaz…